Halep-şam – Suriye

Akşam İstanbul’dan otobüsle yola çıkış, sabah Antakya’ya varış. Buradan adam başı 5 mio TL. karşılığı 2 saatlik bir yolculukla Halep’e varış.

Antakya-Halep arası yolcu-mal trafiği her anlamda oldukça yoğun ve bazen de gerilim dolu: sivil polislerin otobüsü durdurup saatlerce tüm vidaları eksiksiz kurcalayıp aradıklarını bulma/bulamama heyecanları; belki sırf bu yüzden her an feda edilesi kalitedeki otobüsler ve insanı aklını durduracak olaylara gebe bırakıp kıl payı ama sadece şans eseri kurtaran trafik teröristi otobüs şöförleri… ve hiç bir şeye aldırmadan pazar günü gezmesi için Halep’e geçen Antakya’lılar.

Aslında şehirlerin dokusu ve insanlar (ama özellikle Halep’te Hırısitiyan mahallerleri hariç, oraları gerçekten Paris) bizim Sultanahmet taraflarına çok benzer. Farklılık olarak en dikkat çekici şeyler:
-ne kadar frapan ve açık giyinmiş olunsa da (bence Suriye’li kadınlar bu konuda oldukça cömert) laf atma, taciz etme, dönüp bakma gibi rahatsız edici davranışların yok denecek kadar az olması.
-zorla birşey satma, musallat olma durumlarının aksine çarşı-pazarda bir sürü insanın yol boyunca hoşgeldin benzeri bir şeyler söyleyip seni selamlıyor olması. İnsanlar çok yardımsever ve eli bol.
-acaip bir insan/din/kültür mozaiği var ve herkes istediği dini/kültürü bir baskı olmadan yaşıyor görünüyor, bu insanların kendi ifade ettiği bir şey:Kürt, Alevi, Ermeni, Müslüman, Hıristiyan, Türkmen hepsi iç içe. Türkiye’den gelmiş bir sürü Ermeni var, hepsi Türkçe biliyor ve bizim basını çok yakından takip ediyorlar.
-uygun olan olmayan her yerde Assad’ların baba-oğul boy boy fotoğrafları, hatta erkek çocukların okul üniformalarının yakasında işlenmiş olarak bile.

Yani batıya doğru zaten hazırlıklı olarak daha medeni (ya da tekdüze) şeyler bekliyorsunuz da, bu yakadaki bu kaynaşma ve çeşitliliğin sağlanabildiğini görünce insan, bizim beceremeyip de her birini bir tehdit olarak gördüğümüz farklı kültürlerin öldürülmesine üzülüyor ve ah çekiyor…

İnsanların sınıflandırılması için meğer ne çok şey var hayatta, din, mezhep, siyasal görüş, doğduğun toprak yani Müslüman, Hristiyan, Komünist, Filistinli olmak mesela…
Bize bir ara bir genç çocuk yardım etti, İngilizce bildiği için, acaip sempatik, düzgün biri, İngilizce öğretmeniymiş, adama Türkiye’yi gördün mü falan diye sorduk da, Filistinli olduğunu ve ne mümkün olduğunu söyledi, yani sadece Filistinli olduğu için kendine yapılan kötü muamelelerden bahsetti de…

Halep’te ve Şam’da şehir, eski şehir (old city), Hıristiyan mahallesi (Christian quarter) ve Yahudi Mahallesi (Jewish quarter) olarak bölümlere ayrılıyor.

Eski şehirde bizdeki kapalı çarşı nevi, zaman zaman daha dar yollarda uzayıp giden, zaman zaman sadece bir halk pazarını hatırlatan kopuklukta gümüşden sebzeye her türlü şeyin sergilendiği çarşılar mevcut, Halep’teki “Aleppo Souq”, Şam’daki ise “Hamidiye Souq”.
Her eski şehirde “citadel” denilen kale ve surlardan oluşan kalıntılar, yapılar yer almakta, eski zamanlarda şehrin korunduğu ya hendeklerle çevrilerek ya da bir tepenin üstünde konumlandırılarak ayrı tutulmuş merkezler yani.
Eski şehirlerde yerleşim ortada havuzlu bir avluya açılan 5-6 hanenin birlikte yaşadığı Osmanlı evlerinden ibaret. Burada hayat çok samimi, sıcak ve iç içe, yaptığımız bir misafirlik buna ispat.
Şam’da, dünyadaki önemli bir iki camiden biri olan Emevi Caminin sütunları daha önce orada inşa edilmiş Bizans tapınağı Jüpiter’in sütunları, yani üstü cami altı Bizans Tapınağı,işte şaşırtıcı kültür sentezine bir örnek daha, tapınağın sağlam kalmış heybetli kapısı caminin dışında, Hamidiye çarşısının girişinde yükselmekte…buraları şaka değil, tarih kitaplarında ezbere okuyup geçtiğimiz o meşhur Mezopotamya denilen yer işte, kimler gelmiş kimler geçmiş….

Şehrin yeni kısmını oluşturan Yahudi ve Hristiyan mahallelerinde ise hayat epey farklı. Yahudiler bu son yıl içinde artık hiç kalmamışcasına göçüp gitmişken Hıristiyan mahallelerinde yaşam olabildiğince renkli. Buralarda Müslüman bölgelerinin aksine her taraf tertemiz ve yepyeni. Özellikle Halep’teki Hıristyan mahallesi (Lonely Planet Suriye rehberinin, bir yazarın eserinden yaptığı alıntıda söylediği gibi) bahçeleriyle Luxemburg bahçeleri, kafe ve apartmanları ile de Paris’in ta kendisi. Artık bu kadarı gerçekten akıllara durgunluk verici ama bir o kadar da hayatı, insanı ve insana dair her türlü farklılığı kucaklamasıyla mest edici….

Biraz zaman problemi nedeniyle biraz da sosyal yaşamın içinde olma tercihiyle göremediğimiz o haçlılardan kalma kaleleriyle ünlü eski çöl şehirlerini de görmüş olsaydık artık ne kelime bulup da duygularımı aktarabilirdim bilmiyorum.

Bu da doğuya yolculuğun, batıya yapılanlarla örtüşemeyecek sakinlik ve mütevaziliği içindeki zenginliğinin farkı olsa gerek işte…

Gülnur Akgül, Eylül 2002

26.09.2002

Almanya – Almanya

Almanya….belki de Avrupa`da bizi en cok ilgilendiren , bizi en cok etkileyen ulkedir Almanya. Filmlerimize konu olan Helgalar, Hanslar nasil unutulur ki? Ikinci Dunya Savasi sonrasi yerle bir olmus ulkenin kalkinmasi icin bizden isci talep eden Almanya daha sonra kalkindiktan sonra bu iscileri geri gondermeyi dusunse bile bizim ikinci ucuncu kusaklar asimile olduklari icin artik Turk-Almanlar olarak orada kalmak zorundadirlar. Geriye donenelerin de filmlere diziler konu olduklarini bilirsiniz.

Almanlarla ilk ciddi anlasmamiz Birinci Dunya Savasi oncesi olur. Ingiliz ve Fransizlarla olan dusmanligimiz icinde bize dost gorunen Almanlara yakinlasiriz, ve bir katakulle oyunu ile bir anda savasin icinde buluruz kendimizi, savastigimiz cephelerde aslanlar gibi cikariz ama kaybeden Almanya sayesinde bizde cok sey kaybederiz. Osmanli topraklarinin 3te 2si iste bu savas sonrasi elimizden cikiverir….Alman dostumuzun maalesef aci hatirasidir bize biraktigi….

Ikinci dunya Savasi ise kendilerinin sonu olur… Hitler liderliginde secilmis irk pesinde kosarken, dunya liderligini isterken maalesef gene yakilip yikilir ve epey zararla cikilir savastan. Geride bircok yetim cocuk, yikik sehir ve hasarli bir ulke birakilir.

Konustugum cok yasli bir ihtiyar, savas gunlerinde ne kadar yokluk cekildigini ve restoranlarda fiyatlarin aninda degistigini ve yemege baslarkenki fiyatin yemek bitince degisecek kadar degisken bir donem gecirdiklerini anlatti..gerci bizde de o donemdeki yokluklar anlatilir buyuklerimizden duymussunuzdur karne ile ekmek alindigi gunleri.

Savas sonrasi dedik ya yeniden kalkinmaya baslayan ulkede insanlar buyuk isler basardi ve bugunku Almanya yeniden yapilandirildi.. Bunda bizim emekci Turk iscilerini unutmak buyuk haksizlik olur .

Bugun Almanya`da iki bucuk milyon uzerinde Turk yasamakta. Her kasabada bile Turklere rastlamaniz mumkun. Ozellikle tren istasyonlari civarlari bizim memleket kokuyor. Her kosebasinda bir donerci bir turk marketi gormeniz mumkun. Insanlar turkce konusuyor her yerde. yabancilik cekeceginizi sanmiyorum…Frankfurt`ta diyebilirim ki taksi soforlerinin yuzde 80`i Turk, gerci su siralarda Pakistanlilar taksi soforlugunu elimizden almaya basliyorlarmis ya, kulagimiza gelen haberler arasinda bu da. Zaten orada isi ogrenen Turkler birbirine destek olup agir islerden alip arkadaslarini daha rahat islere yerlestiriyorlar, bu noktadan bakinca da birlik beraberliklerini gorunce insan mutlu oluyor.

Almanya`da trenler en uygun ulasim araclarindan. Trenler bizdeki gibi yuzyillik degil, elektrikle calisan trenler saatte 200 km hizla giderken insan neden neden bizde boyle tren yollari yapilmiyor halen demekten kendini alamiyor. Demekki isteyince hersey olabiliyor.Darisi basimiza..dusunsenize Ankara-Istanbul arasi 2 saatte gidiyorsunuz…hayali bile guzel, ama kimin isine gelir, kimin isine gelmez bunu insa etmek dusunmek lazim……

Almanya`da cocuk basina belirli miktarda devlet yardimi yapiliyor, bunu duyan bizim iscilerimizin bir kismi da surusune bereket cocuk fabrikasi olmus durumda… hatta duyduguma gore bazisi calismayip bir de ek yardim alip krallar gibi yasiyormus bugune kadar ama son yillarda bu yardimlar biraz azaltilmis. simdi o kadar da rahat degil insanlar…

Dazlaklar bizim Turklerin en sikinti cektikleri yabanci dusmani grup ..Arada sirada haberlerde saldirilarini duyuyoruz, ama bizim Turk genclerde onlarin karsisinda gruplar kurmus ve catisip duruyorlar arada sirada. Almanya`da Turkler birbirine cok siki baglilar ve bu yuzden kolay kolay saldirya ugramiyorlar, ugrasalar bile karsi saldiridan eksik kalmiyorlar.

Arabalar bizdeki fiyatlara gore cok ucuz ..nedeni ise ithal vergisi olmayinca dogal olarak cok ucuza iniyor fiyatlar.mesela 2 yillik Mersedesleri 20.000-30.000 marka almak mumkun. bizdeki yerli arabalari bile neredeyse bu fiyata almak mumkun degil burada…

Taksilerin neredeyse hepsi mersedes. Mercedes firmasi burada taksicilere kolaylik sagliyor ve ucuza veriyormus, tabii ki motorun saglamligi yuzunden taksicilerin tercihi oluyor bu marka.

Frankfurt havaalani dunyanin belli basli havaalanlarindan birisi ve neredeyse 40 seneden beri yeni eklemelerle daima buyuyor..Vaktiniz varsa bir inceleyin derim.

Eskiden Almancilar ne getirse ilgimizi cekerdi, hatirlarim 1980lerde bir akrabamiz polaroid makine getirmisti, ne ilginc gelmisti bize. Sonra bir dijital saat getirmisti de amma hava atmistim arkadaslara:)))) Ya o Alman Cikolatalari? yemeyenimiz var midir?hatta dilim dilim saklar ve yerdik gunlerce… Biz de cok degistik ve gelistik kabul edelim…Gecenlerde Almanya`ya gittim gene ve artik cikolata almadim, neden mi? hepsi zaten bizim marketlerde bulunuyor artik….neden agirlik edeyim ki?

Bu arada bir notu da eklemeden gecemeyecegim.. Almanya`da cok guzel tekstil urunleri satan bir magazanin tum urunleri Turkiye`den gidiyormus, haberiniz olsun:)) arkadaslarimin dedigine gore gunde 3 konteyner tekstil urunu deposuna yanasir ve ayni gun bitermis mallar:))) Hem gurur duydum hem de ilgimi cekti…

Neyse efendim…Almanya`dan da bu kadar simdilik.

Saglicakla kalin..

27.01.2004

Kimchi – Güney Kore

Kore’ye yolunuz düşerse her markette dikkatinizi çekecek bir yiyecektir Kimchi (kimçi diye okunur). Turşu olarak dilimize çevirebileceğimiz bu ürün her Koreli için vazgeçilmez ürünlerden biridir.

Sabah kahvaltısında bile yenir kimçi…Marula benzeyen Çin Lahanasından yapılır.Bizde nasıl lahana turşusu ana turşu cinsinden ise orada da bu marul cinsinden yapılan kimçiler ana tipi oluşturmaktadır.

Acısız kimchi neredeyse yok denebilir, bu noktada ilk kez kimchi deneyecekseniz acı ile aranızın iyi olup olmadığına dikkat ederek yemenizi tavsiye ederim.

Kimchi tarihine baktığımız zaman, çok eski yıllardan beri kore kültürünün bir parçası olduğu ortaya çıkmaktadır. En eski kimchilerin acısız olduğu bilinmektedir, Kore’ye acı baharatların Chosun sülalesi döneminde getirildiği dikkate alınırsa bu tarihten önceki kimchilerin sade turşu tadında olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kimchi sonbaharda yapılarak, kış aylarında tüketilen bir saklama yöntemiydi aslında. Kore’de soğuk geçen kış aylarında sebzelerin bu şekilde saklandığı da bilinmektedir.

Bugün Kore’de her tür gıdadan kimchi yapılmaktadır. Balık kimchisinden, yengeç kimchisine kadar yüzlerce çeşit yapılmakta ve tüketilmektedir.

Koreli bir bayan için kimchiyi evinde kurmak (bizde turşu kurmak gibi) çok önemlidir ve halen bu adeti devam ettirmektedirler…

Sağlık açısından da faydalı olduğu iddia edilmektedir kimchinin. İçinde A, B1, B2 ve C vitamini,kalsiyum, karbonhidrat, yağ ve mineraller bulunduran bu ürünüdeki laktik asit de sindirim sistemine faydalı bir gıda olarak kabul edilmektedir.

Kore’ye yolunuz düşerse kimchi yemeden ayrılmayın derim, kimi yabancıların hayran kaldığı bu gıdayı sizin de beğenebileceğinizi düşünüyorum…..

13.02.2006

Güney Kore – Güney Kore

Kore uzakdoğuda yüzyıllardan beri Çin ve Japonya arasında kalmasının sıkıntısını çeken bir ülke. Dönem dönem ya Çinlilerle yada Japonlarla savaşıp duran bu milletin özünü koruyabilmiş olmasına şaşıyorum. Zaten korece dili de kendi özelliklerine sahip bir dil. Gramer olarak Türkçeye yakın ve ne çinceye nede japoncaya benzemiyor.Bizim gibi Ural-Altay dilleri ailesinden ve ekler sona geliyor. Oldukça zor bir dil olarak sayılıyor. Kore alfabesi kendi karakterlerine sahip. 14. yüzyılda bugünkü şekline getirilmiş. Çinceden alınan bazı karakterler kullanılıyor halen…
Bazı antropologlar, Korelilerin Türklerle akraba olduklarına inanmaktalar. Kore insanı Türk insanı ile çok benzer özelliklere sahip. Hareketleri, tavırları, kültürleri bize benzeyen bir çok özellik taşıyor. Sokaktaki insanları biraz inceledikten sonra bu konuda bana hak vereceğinize inanıyorum. Eline aldığı tuğla parçası ile kavgaya koşan bir koreliyi başka ülkede biraz zor görebilirsiniz…
Kore’de kadınlar bizim Anadolu kadını gibi çocukları sırtlarında bohçayla gezdiriyor halen. Buradan da onlarla aramızda belki binlerce yıllık bir kök benzerliği olduğu sonucuna yaklaşıyoruz biraz daha…
Miliiyetçilik Kore’nin en önemli özelliği. Devlette bu noktada ithalata bizdeki gibi fazla taviz vermediği için halk kendi ürünlerini kullanıyor. Örnek olarak araba sanayini ele alırsak, Kia, Hyundai, Daewoo, Daihatsu gibi araba fabrikalarında en küçük arabadan en lüks arabaya kadar modeller çıkarıldığı için halk ihtiyacı olan arabayı zaten en iyi standartta alabiliyor ve yabancı araba almaya da çok meraklı değiller zaten. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Kore araba üreticileri bizimkiler gibi “pahalı araç-ucuz malzeme” felsefesi ile değil her keseye ve her ihtiyaca uygun model çıkarma yarışındalar. Darısı bizim üreticilerin başına diyorum sadece…
Korelilerin en sevdiği araba renkleri ise gri ve lacivert . Her yerde bu renk arabaları göreceksiniz Kore’deyken…
Milliyetçilik derken haysiyeti de anlatmadan geçemeyeceğim. bundan birkaç sene evvel HAN nehri üzerindeki köprülerden biri yıkılınca, Belediye başkanı utancından istifa etmişti. Bizde olsa vurdumduymaz pişkin arkadaşlar acaba nasıl davranırdı diye sormama gerek yok sanırım…

Kore Yemekleri

Kore yemekleri ağırlıkla deniz mahsullerinden oluşuyor. Kurutulmuş mürekkep balığı çok seviliyor. Kurutulmuş balıkları her markette görmek mümkün. Boy boy çeşit çeşit balıklara bakmak bana çok ilginç gelmişti…
Barbekü yada BBQ adıyla lokntaların levhalarında göreceğiniz bizim mangal kebap stili et Kore’nin neredeyse milli yemeği. Her köşe başında BBQ bulabilirsiniz Kore’de…
Lamyon adıyla anılan pratik yemeği söylemeden de geçemeyeceğim burada. Lamyon bizim eriştenin hazır şekli yani pakette alıyorsunuz sıcak su ekleyip 5 dakika içinde hazır oluyor..hem çorba hem yemek gibi yenildiği ve her çeşidi mevcut olduğu için neredeyse bütün uzakdoğuya yayılmış durumda. Vejetaryen lamyonu tavsiye ederim. Ben severek yiyorum. Bu arada, uzakdoğu hattındaki uçakların çoğunda NOODLE adıyla servisi yapılan pratik çorba, lamyonun değişik bir versiyonundan başkası değil…

KIMCHI yani tursu Koreliler icin cok onemli bir gida maddesi. Bizim tursu gibi. Ama bir farkla, bizde halen denemeyen YENGEC TURSUSU mesela:))) resme tiklayin……

Kore ve GINSENG

Kore’de hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır Ginseng kökü. Ülkemize 5-10 sene içerisinde bilinmeye başlayan ve insan otu adıyla hafızalarımıza giren bu kök, insanlar için neredeyse tuz gibi şeker gibi birşey. Çok değişik şekilleri mevcut olan ve değişik şekillerde sunumu yapılan bu kökü eczanelerde, bakkallarda ve ihtiyaç malzemesi satan her yerde bulmanız mümkün .Eğer birinin küçük bir koyu renkli şişeyi kafaya diktiğini görürseniz bilin ki o ginsengdir…
Bir seyahatte gözüm çok ağrıyordu.Yorgunluktan olmalı diye düşünüp bir eczaneye uğradım ve sıkıntımı anlattıktan sonra, eczacı oradan uzanıp bir ginseng şurubu alıp bir ilaçla karıştırıp verdi.Bir saat sonra bir şeyin kalmaz dedi..İlginç gelebilir belki psikolojik olabilir ama gerçekten bir rahatlama oldu diyebilirim. Ginseng’in hap şeklinden tutun da gazlı içecek şekline kadar yüzlerce modeli mevcut. Denemeden dönmeyin derim…

Kore Savaş Müzesi

Kore savaşını bilmiyen ya da duymayanımız yoktur herhalde.Ama bu savaş hakkında genelde kulaktan dolma bilgilerimizle kısaca geçer gideriz.oysa bu savaş ile alakalı en güzel bilgiyi alabileceğimiz yer Seoul’daki Savaş üzesi (WAR MEMORIAL- MUSEUM). Vaktiniz varsa kesinlikle kaçırmayın derim. Diyebilirim ki savaşın soğukluğunu gerçekten hissettirmeyi başaran bir müze burası.Her şeyi mükemmel bir şekilde sunmayı başarmışlar.Buradan kutluyorum onları bir kez daha…
Müzenin girişinden itibaren önce Kore tarihi ve savaşları hakkında bazı resimler, kaynaklar, savaş aletleri ile bilgi ediniyorsunuz. Daha sonra yavaş yavaş son yüzyıla doğru ilerlerken,Kore’nin hep Çinlilerle Japonlarla yaptıkları savaşları öğrenmiş oluyorsunuz. Daha sonra tabii ki bizim için önemli olan Kore savaşına geliyorsunuz…
Savaşın başlaması ve gelişimi hep mankenler kullanılarak canlandırılmış..O kadar güzel canlandırılmış ki bu olaylar , her olayın gelişimini küçük notlardan okurken canlandırmanın ve ses efektlerinin mükemmel hazırlanmasıyla o an o olayın içindeymişsiniz hissine kapılıyorsunuz kolayca…
Savaş belgeleri ve gelişimi haricinde komunistlerin cumhuriyetçilerle çatışmaları, uçaklardan halka atılan bildirilerdeki ilginç noktalardan bazıları (mesela kuzeylilerin attığı bir propaganda kağıdında iki resim var, biri aç bir aile, diğeri mutlu ve tok bir aile, altta bir yazı var; “komunizm=mutluluk, cumhuriyet=sefalet”!).Savaş sonrası gelişmelere bakınca her propagandaya sazan gibi atlamama gerekliliğini bir kez daha anlamış oldum…
Savaşta kuzeyli askerlerin ve Nato askerlerinin konserveleri, sigara tabakaları, erzakları ve kıyafetleri bulunuyor. Ölen askerlerin dağılmış miğferleri, elbiseleri gibi insanın içini dağlayan parçalar da mevcut…

27.01.2004

Aşkın Limanı: Portofino – İtalya

Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir limana aşkı bulmaya gitmek… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan rengarenk evleri, daracık sokakları, limanda demirli lüks yatları, minicik meydanı ve tepelerdeki muhteşem köşkleri ile Portofino tam bir rüya ülkesi. Dolce-vita yaşamayı seven dünya jet-set’i de Portofino’dan vazgeçmemekte ısrarlı. Çünkü aşk perisi hala burada ve rüyaları gerçeğe dönüştürüyor.

Bir şarkının peşine düşmek ve romantik bir şehre aşkı bulmaya gitmek… Yıllar önce bir arkadaşım, sevgilisiyle çıktığı İtalya gezisini anlatıyordu; “Cenova’da, kiraladığımız arabayla çevreyi dolaşırken, Portofino yolunu gösteren tabelayı gördük ve hiç düşünmeden o yola dönüverdik!” Çiçekli evler, küçücük bir liman, minik kafeler… Sonrasında neler anlattı hatırlamıyorum. Çünkü bu kadarı bile bana öyle romantik gelmişti ki, eminim kafamın içinde o meşhur Portofino şarkısı çalmaya başladı, ben de bir şarkının rüyasına dalıp gittim… Önce dalgalar vuruyor kıyıya, dalgalara ıslıkla çalınan bir melodi karışıyor… Ardından romantik bir erkek sesi şarkı söylemeye başlıyor; “I founda my love in Portofino…”
Vittorio Paltineri gerçekten aşkı Portofino’da bulmuş muydu bilemeyiz ama, şarkısı da, şarkının doğduğu o küçük İtalyan limanı da aşkın adresi oldu. Ben de yıllarca hayalini kurdum bu aşk limanın. Portofino tabelasını görüp sapacaktık, kıyıya dalgalar vuracaktı, yanımda yürüyen aşk, ıslık çalacaktı… Her ne kadar Portofino’ya girişim böyle romantik olmasa da, aşk o limanda beni bekliyordu… Çünkü şarkıdaki gibi, ben de hala rüyalara inanıyordum…

Cenova’dan aşk limanına

Venedik’in düşsel güzelliği, Roma’nın tarihe yerleşen çok sesli gündelik hayatı, Floransa’nın zenginliği, Napoli’nin renkli insanları, Milano’nun şıklığı, Como Gölü’nün asaleti, Garda Gölü’nün sakin kıyıları, küçük koylar, tipik kasabalar, şarkı söyler gibi konuşan insanlar… Gerçekten de İtalya’nın her yanı bir başka tılsımlı güzelliklerle dolu. Üstelik hepsi de “tipik İtalya” özelliğini yitirmeden, kendi farklılıklarıyla insanı büyüler. İtalya’nın Ligure bölgesindeyiz bu kez. Milano-Cenova arasındaki o iç daraltan tünelleri nihayet arkamızda bırakıyoruz. Cenova her ne kadar karşıdan taş yığını gibi görünse de, sokaklarına dalınca elbette öyle olmadığını görüyorsunuz. Ne de olsa italya’dasınız, tarihte önemli bir yer edinmiş olan bir liman şehrinde. Yine daracık sokaklar, yine denize bakan pencerelerde rengarenk rüzgar gülleri, yine güleryüzlü insanlar… Limandaki kocaman tekneler, zaten bir yolculukta olduğunuzu unutturup, uzun deniz yolculuklarına çıkma hissi uyandırıyor. Ara sokakları dolaşırken, bir mahalle pazarının içine düşüyoruz. Tezgahlarda pırıl pırıl meyveler, taze sebzeler, otlar, deniz ürünleri, peynirler… Bu kez de turist olduğunu unutup, filesini bütün bu tatlarla doldurmak, evine gidip sebzeli lazanyalar, kum midyeli spagettiler yapmak istiyor insan. Hem de şöyle bol sarımsaklı, fesleğenli falan…. Bütün bunlar bir yana, eğer günün birinde yolunuz Cenova’ya düşerse, Limandaki büyük Deniz ve Doğa Müzesi’ni mutlaka gezin. Köpek balıklarından dev su kaplumbağlarına, kırmızı kanatlı melek balıklarından vatozlara, orfozlardan lapinalara kadar Akdeniz’in binlerce çeşit balığı bu müzede. Yemin ediyorum, burada da Kaptan Coustoeu’ya özenip, Akdeniz’in mavi derinliklerini keşfetme hissiyle dolacaksınız…
Gün batımına yakın saatlerde, Cenova’daki anılarımızı yanımıza alıp, aşkın limanına doğru yeniden yola koyuluyoruz.

Bir şarkının peşinde

Yamaçlı yollardan döne kıvrıla gidiyoruz. Masmavi bir gökyüzü, masmavi deniz, denize inen yemyeşil ormanlar, renkli boyalı evleriyle şirin kasabalar film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden. Büyük yol tabelalarında Portofino yazısını görünce, herkes gibi farkına bile varmadan dünyanın en meşhur aşk şarkısını mırıldanmaya başlıyorum. Ne tuhaf değil mi! İnsan bazı yerleri görmeden bile çok sevebiliyor. Hiç küçümsemeyin şarkıları, baksanıza bir şarkı nelere kadir! Gözümde canlandırmaya çalışıyorum o günleri. Yıl 1959. Portofino, Cenova yakınlarında küçük, şirin bir balıkçı köyü. Adını bile bilen çok az. Ama o yıl bir mucize oluyor ve bir adam sahneye çıkıp bir şarkı söylemeye başlıyor. Bir anda dünyanın gözü bu şirin balıkçı köyüne çevriliyor… Aslında Liguria kıyılarının boydan boya üstüne şiirler, şarkılar yazılacak güzellikle olduğunu görüyorsunuz. Camogli, Santa Margherita, San Fruttuosa’nın dantel gibi işlenmiş sahilleri de pekala bir şarkıyla meşhur olabilirmiş ama belli ki aşk perisi Portofino’yu mesken tutmuş.
Gün batmak üzereyken Santa Margherita’ya giriyoruz. Evlerin pencerelerinden çiçekler sarkan, küçük, sakin ve bir o kadar da sizi içine alan küçük bir Cenova şehri burası. Margaritadan olsa gerek, adı bende ferahlık veren ama öte yandan içten ateşleyen, şık kadehlerde sunulan nefis bir içki içme hissi uyandırdı hemen. Harika bir otele yerleşiyoruz. Burada kalacağız, çünkü Portofino’da oteller az ve hiç yer yokmuş. Zaten iki koy arası, balıkçı motorlarıyla beş, yürüyerek giderseniz 20 dakika. Üstelik Grand Hotel Miramare gördüğüm en güzel otellerden biri. (Tel: +39. 185-287-013) Yüzyıllık geçmişinin asaleti ve vakurluğu ile denizi seyrediyor. Bakımlı bahçesi, oymalı demir balkonları, mavi boyalı ahşap panjurları ile konuklarını eski günlerin şıklığına ve zarefetine davet ediyor. Odamın balkon kapısını açıyorum, karşımda, ufukta birleşmiş denizle gökyüzü. Maviliğin tam ortasındayım, sanki denizle gökyüzü arasında asılı kalmışım. Yalnızca bana olmuyor biliyorum, böyle yerlerde, günlük hayatın içinde yaşadığımız bütün o telaşlar, panikler, sorunlar çok anlamsız geliyor ve her seferinde hayatımı yeniden kurmaya karar veriyorum. Bu kez de İtalya’daki şirin bir sahil kasabasının ritminde yaşamaya karar veriyorum. “Bunu uygulamaya hemen geçebilirim” diyorum kendime. Sahilde yürüyüş yapan bu şık ve sakin insanların arasına karışarak, hemen, şimdi!.. Kafelere, restoranlara yemeğe giden insanlardan biriyim. Algılarımı açıp doğayla ve kentle uyuma geçiyorum. Kıyının hemen ardında yemyeşil tepeler uzanıyor. Tepelerde mavi, yeşil, gül kurusu, vişne rengi köşkler kuş yuvası gibi kurulmuşlar. Palmiyeli yollardan, rengarenk çiçekli parklardan geçerek çıkılıyor bu köşklere. İskeledeki motorcu Portofino’ya gidecek yolcuları bindiriyor teknesine. Umarım aşk orada onları bekliyordur. Benim randevum yarına. Hemen öyle, apar topar girmek olur mu hiç, yıllarca hayalini kurduğum o aşk limanına. Ömrümden bir günü daha bir şarkıya, kendi hayatımın filmine dönüştürmek için bir gece daha hazırlık yapmak istiyorum. Deniz kenarında, bir kadeh içkiyle karşılamak bu akşamı, bir kadeh martini mesela. Sonra nefis bir yemek yemek, bol fesleğen soslu, karidesli. Belki bir barda, şarkı gibi konuşan insanların arkadaşlığında geceyi biraz daha uzatmak, bir grappa daha içmek, bir tane daha… Belki biryantinli saçlı, çapkın gülüşlü bir İtalyan göz kırpar bana, mahçup gülümserim. Sonra gömülmek pirinç karyolanın bembeyaz çarşafları arasına. Kimbilir, belki gerçek zannedeceğim bir rüya bile görürüm. Dedim ya, ben o meşhur şarkının ikinci mısrasındaki gibi, rüyalara hala inanıyorum.

Doğayla denizin aşkı

Tahmin ettiğiniz gibi, bir yere giderken yolu uzatmakta üstüme yoktur. Balıkçı motorlarıyla gidenler beş dakika sonra Portofino’dalar. Ama ben sahilden, yamaç yollardan yürüyeceğim. Nedir ki, alt tarafı beş km’lik bir yol. Bir yanım yüksek tepe, bir yanım deniz. Denizin beyaz köpükleriyle şıkırdayan çakıl taşlarının sesi ruhuma terapi gibi geliyor. Güne erken başlayan birkaç kişiyiz sanki. İki sevgili önümde elele yürüyor, çakıllı kıyıda bir adam köpeği ile oynuyor, yaşlı bir adam öylece durmuş, sanırsınız ki denizden gelecek birini bekliyor. Bir hayalime daha doğru giderken, yeniden fark ediyorum ki, varmak değil, aslolan yolun kendisi. Yolun bize yaşattıkları. Tıpkı hayat gibi!.. Yeşilin dinginliği, çiçeklerin çarpıcı renkleri arasında kıvrılarak giden bu yolda insan başka ne düşünebilir ki zaten. Devasa demir kapıların ardındaki o muhteşem malikaneler aklınızı çelmiyor değil ama, neyse ki içinizde çalan şarkı zenginlik düşlerine pirim verdirmeyecek kadar romantik. Her adımınızda renkler daha da canlanıyor, evlerin ve sokakların süsleri gözünüzü de, gönlünüzü de okşuyor. 60’lı yıllarda geçen filmler geliyor gözümün önüne. Hani vardır ya, Akdeniz Riviera’sında bir tatil kasabası, kocaman gözlükler, üstü açık arabalar, saçlarda şifon eşarplar, mini şortlar, bisikletler, güzel kızlar, zengin ve yakışıklı erkekler… Kendimi böyle bir filmin içinde buluyorum birden. İşte sonunda Portofino’dayım. Daracık Via Roma sokağı limana iniyor. Minicik dükkanlar sıra sıra. Hediyelikçiler, pastaneler, şık butikler, çiçekçiler, sanat galerileri… Fırından yeni çıkmış zeytinli focaccia kokusu iştahımı açıyor. Portofino limanı Ortaköy sahili kadar küçük bir yer. Ama kıyıdaki yatlar burada zenginlik ve ihtişam içinde hayatlar yaşandığını kanıtlıyor. Kıyıdaki kafelerden birine oturup, bir yorgunluk kahvesi söylüyorum kendime. Arkamda, renkli boyalı evler yan yana dizilmiş. Evlerin arasından yukarıya doğru tırmanan daracık yollar çıkıyor. Pek çoğunun alt katı kafe, restoran, galeri olmuş. Karşımda masmavi deniz ve yemyeşil ağaçlar. Anlatılanlara göre Portofino adını Romalılar’dan almış. Yunuslar limanı anlamına gelen Portus Delphini, zamanla Portofino olmuş.

Dünya jet-set’i burada

Eskiden yunusların taklalar attığı limanda şimdi zengin ve gösterişli yatlar demirli. Kahvemi getiren yaşlı garson kimlere hizmet etmemiş ki, Jacquise Onassis, Brigitte Bardot, Humprey Bogart, Grace Kelly, Madonna, Cindy Crawford, Antonio Banderas, daha pek çok ünlü politikacılar, liderler, zenginler… Bu küçük kasaba 50’li ve 60’lı yıllarda dünya jet-set’inin en gözde merkeziymiş. Zaten dolce vita duygusu hala her yandan kuşatıyor insanı. Bu İtalyanlar ayaküstü insana ne kadar çok şey anlatıyorlar. Ağaçların arasına kurulmuş görkemli bina San Giorgio Kilisesi’ymiş ve akşam saatlerine kadar ziyaretçilere açıkmış. Karşıda görünen patika da San Fruttuosa’ya gidiyormuş. Dik yamaçların arasına gizlenen o küçük koyda her şey ilahi bir güzellikteymiş. Hatta Portofinolu yaşlı balıkçılar, bu koyda ağzından alevler çıkan bir ejdarha bile görmüşler çok eskiden!.. Aziz Fruttuosa adına kurulan manastırın geçmişi M.S. 5. yy’a kadar dayanıyormuş, görmek lazımmış mutlaka, hele plajı, dillere destanmış. Adını soruyorum, uzatarak ve bastırarak Gianni diyor, ben adımı söyleyince, “Bellisima sinyorita” diyerek elimi öpüyor. Ah bu İtalyan erkekleri, kaç yaşlarına gelirlerse gelsinler, kadınlara kendilerini çok özel ve çok güzel hissettirmeyi biliyorlar.

Aşk perisi yanınızda

Bir kahve daha getiriyor Gianni, yanında da şam fıstıklı bir kek ikram ediyor. Sonra yine hızlı hızlı anlatmaya devam ediyor. Ropollo köyü buraya on dakika uzaktaymış ve Ava Gardner’ı efsaneye dönüştüren Çıplak Ayaklı Kontes filmi 1954 yılında burada çekilmiş. Orası hala o filmdeki gibiymiş, üstelik oteller de çok daha ucuzmuş. Ava Gardner’ın güzelliğini anlata anlata bitiremiyor. Ah neymiş o günler!.. Yan masaya yakışıklı bir İtalyan oturuyor. Gianni bana muzipçe göz kırpıyor ve kulağıma eğilip; “Aşk her an yanında olabilir, burası Portofino” diyor. Bir sigara, çakmakla sigarayı yakan esmer bir erkek eli, çapkın bir gülümseme ve… Pencerelerinden ateş kırmızısı sardunyalar sarkan, rengarenk evlerin sıralandığı bir rüya ülkesi burası. Her şey zaman kavramının olmadığı rüyalardaki gibi usulca yaşanıyor burada. Düşünsenize, bir güne kocaman bir aşk filmi sığıyor. Tepelere yapılan yürüyüşler, yükseklerden seyredilen deniz manzaraları, meydandaki San Martino Kilisesi’nde yakılan mumlar, alınan küçük hediyelikler, tekneyle başka koyları gezmeler, bakışmalar, gülüşmeler… Tepedeki Splendido Otel’in güzelliği zaten dillere destan. Burası Madonna’dan Mick Jagger’a dünyaca ünlü yıldızların vazgeçilmez mekanıymış. İnternetten www.hotelsplendido.com adresine girip mutlaka görmelisiniz güzelliğini. İsterseniz rezervasyon da yaptırabiliyorsunuz. Çiçekli bahçelerinden geçip terasına çıktığınızda bütün Portofino ayaklarınızın altında. Güneşin limandan süzülerek batışını seyretmek ömre bedel. Sonra hava kararıyor, mumlar yanıyor, müzikle birlikte birbirinden şık kadınlar ve erkekler akşam yemeğine başlıyor. Yalnızca bu otelde değil, Portofino ve Santa Margherite’deki restoranların yemekleri inanın ki aklınızı başınızdan alacak. Pesto soslu trofiette Liguria bölgesinin başlangıç yemeği. Bir nevi, fesleğen soslu ev yapımı makarna. Hangi birini söylesem ki, fırında balıkla yanında verilen çam fıstıklı ve zeytinli patates, trenette al pesto, yani fesleğen, çam fıstığı, permesan peyrini ve sarımsak soslu makarna, peynir soslu patlıcan, jumbo karidesler, levrek buğlamalar, kum midyeli pizzalar… Tabii yanında da nefis İtalyan şarapları… Zaten restoranların önünden geçerken bile zeytinyağına karışmış sarımsak ve fesleğen kokusu insanın iştahını öyle bir açıyor ki, hepsini yiyebilirim gibi geliyor. Restoranlar da öyle neşeli guruplarla dolu ki. Masalarda her dilden konuşmalar, gülüşmeler… Napoliten şarkılar taşıyor restoranlardan, kadehler kalkıyor, aşk perisi hala Portofino sokaklarında dolaşıyor…
Bir gece yarısı rüyasında Portofino’dayım, aşkın limanında. Ay çoktan battı, gökyüzünde tek bir yıldız yok. Havada bahara karışmış yağmur serinliği. Balıkçı sandallarına dayanmış, dalgaların sesini dinliyorum. Elimde bir kadeh şampanya. İnanmayacaksınız ama, meydandaki barın piyanisti, “I found my love in Portofino” şarkısını söylüyor… Bir yağmur damlası düşüyor burnumun ucuna, bir damla da elimdeki kadehin içine… Kısık bir erkek sesi kulağıma fısıldıyor; “Rüyalara inanıyor musun?”

21.06.2004

İtalya – İtalya

Romantizm kokar Italya.. Venedik, Roma, Milano, Torino, Floransa….Her kosesi tarih kokar, her kosesi degisik bir cazibedir Italya`nin….

Ozellikle Milano sokaklari beni cok etkiler Italya`da. Eski binalar olmasina ragmen halen daha mukemmel bir sekilde kullanimdadir evler, insana Beyoglu`nun icler acisi durumu gelir orada. Bakimli olunca demek ki tarihi eserler bozulmuyor. Hele Torino, orasi bir baska cazibelidir. Sokaklarinda insan yuzyil oncesine gidiverir farkinda olmadan.

Italya`da sokaklara tasan cafelerde cappuccino icme zevkini yasayin giderseniz.

Birkac sene evvel Italya turuna gitmistik. Roma,Floransa, Venedik turu idi bu . Ilk duragimiz Roma idi ve her yer eski Roma imparatorlugundan kalma binalarla doluydu. Ardindan Floransa`ya gectik ve orasi biraz daha sevimli geldi nedense. Hele o kopru uzerindeki kucuk dukkanlar harikaydi. Ardindan Venedik tabii ki. Venedik bir harikadir. Insani oldukca etkiler. Gondol sefasi bir baskadir..bu arada bir tavsiye..gondolcular iyi kazikcidirlar, fiyatlara kesin itiraz edin..ve gerekirse birkac kisi beraber kiralayin. 100 dolarlardan bahsederler cunku saatine..

Venedik`te yasam pahalidir. Insanlar rutubetten rahatsiz olduklari ve neredeyse yasayanlarin cogu romatizma hastasi oldugu icin baska yerlere gocetmislerdir. binalarda rutubetten duvarlarin sivalari dokulmektedir. Peki nedir Venedigin hikayesi? Neden sular uzerinde kurulmustur bu sehir? Tarihine baktigimizda bir donem saldirilardan bikan halk careyi denizin uzerine kaziklar cakip sehir kurarak kurtulmaya calismislar. Daha sonralari da denizcilikte epey ilerlemis ve bir donem Osmanli donanmasinin korkulu ruyasi olmuslar ve tarihimizde Venedik Sovalyeleri olarak taninmislardir. Hatta bugunku Galata Kulesi Galata ve Venedikliler tarafindan 1453 yilinda Osmanlilar`a verilmistir.

Ilginc bir not daha soyleyeyim, gecen senelerde Italya`nin guneyinde bir kasabada Osmanli kalintilari bulunmus, ve 15. yuzyilda buraya cikan Turk donanmasi leventlerinin burada bir muddet yasadigi ve burada kalip oldukleri ortaya cikti. Adini hatirlayamiyorum tam olarak o kasabanin su anda ama ilginc gelmisti.

Venedik`te San Marco meydaninda bronzdan at heykellerini goreceksiniz. Bunlar hacli seferleri sirasinda Istanbul`dan calinan at heykelleridir. Haclilarin kendi dininden olan Bizanslilara bile yaptiklarini bilmeyeniniz yoktur..ibret icin bu heykelleri gezmenizde fayda var.

Venedik`teki binalarda BIzans, Gotik ve Ronesans stilleri dikkat cekmekte.Sehir toplam 100 adacik uzerinde kurulmus ve dunyanin en ilgi ceken sehirleri arasinda sayilmakta.

Italya bir turist ulkesi oldugu icin insanlar bunu cok iyi kullanmaktalar.gelen turistlere yuksek fiyatla urunlerini satma derdinde saticilar. yarim litre suyu turistik bolgede 2000 lirete alirken, markette 1,5 litresini 1500 lirete alirsiniz. Kazikcilikta Italya cok unludur Avrupa`da. Gelip bizim saticilara bosuna kizmasinlar Italyan kardeslerimiz, cunku onlar bizim cok ilerimizdeler…

Italya`da hirsizlar epey unludur bilirsiniz. Daima dikkatli olmalisiniz sokaklarda. Araba kiraladiysaniz emin yerlere birakin, icinde canta birakmayin. Sokaklarda cuzdaniniza dikkat edin. Bizim basimiza da bu tip bir olay gelmisti bir keresinde. Yanimizdaki arkadasin cebindeki cuzdan aninda yokolmustu. Diger bir arkadasin da saati calinmisti..benden soylemesi..dikkat edin…

Milano`ya yolunuz duserse eger Duomo kilisesine gidin. Oldukca eski 13. yuzyilda baslanmiz yapimina ve cesitli zamanlarda restore edilmis, tam tepesinde som altindan bir Isa figuru var.aksamlari isiklandiriliyor. cok guzel bir goruntusu oluyor. Icerde ise gunah cikarma odaciklari ilginc gelecektir size de.

Vittorio Emanuel Pasaji ise hemen Duomo yaninda ve cok degisik bir mimarisi ile dikkat cekiyor. icerde cesitli restoranlar, cafeler mevcut. dinlenmek icin ideal bir yer.Milano metrosu cok iyi ve gideceginiz yere en ucuz ulasim bu yolla olacaktir.

Italya`nin kuzey kesimi Alpler ile cevrili ve manzarasi harikadir. Ozellikle kisin karli daglarin manzarasi mukemmel bir goruntu olusturmaktadir.

Italya ve zeytinyagi tabii ki ayrilmaz birer ikilidir.Neredeyse her yemekte kullanilan o zeytinyagi yemeklere mukemmel bir lezzet katmakta..En begendigim ozellik ise, her yemek , her salata once masaya konur, sonra garson alir eline zeytinyagini ve bir guzel gezdirir yemegin uzerinde..O goruntu bile insanin istahini acmaya yeter de artar bile. Italyanlarin bir de Pepperoncino`su vardir, bizim aci biber misali ama farkli bir aci..Insana yedikce zevk veren bir acidir..aci sevenlerin denemesi tavsiye edilir. Bir de peperoncinoyu zeytinyaginda bir muddet bekletirseniz, et yemeklerine mukemmel bir sos olarak kullanabilirsiniz. Bir de zeytini peperoncino ile zeytinyaginda kizartmayi tavsiye ederim..sabah kahvaltisinda mukemel bir istah acici olacaktir.

Italyanlar sabah kahvaltida cappuccino, diger vakitlerde ise espresso icerler. Espressonun cappuccinodan tek farki sade olmasidir. cappuccinoda ise sutun kremasi espressoya ilave edilerek sutlu kahve misali bir kahve yapilir. Italya`daki cappuccinonun tadi nedense bana daha guzel gelir. deneyin belki siz de bana hak verirsiniz.

Italya`ya birkac seyahatte grev yuzunden baska havaalanlarina inmek zorunda kaldik.Italya`da isciler grevi cok severler. Havalani iscileri ise bu konuda liderdir. Milano ucaginin Genova`ya indigi cok gorulmustur.Oradan sizi otobuse bindirir ve Milano`ya getirirler. Kaybettiginiz zaman ise cabasi.

Bir keresinde Montecattini kasabasindaki kaplicaya gitmistik. Bizim Yalova misali bu kasabada aksam vakti gittigimiz cafeleri halen daha unutamadim. o kadar guzel yerlerdi ki anlatamam..

Italya`nin sembolu olan Pisa kulesini unutmak olur mu hic? Kesinlikle gorulmesi gereken bir yerdir Pisa. Egik kulesi ile dunyanin ilgi odagidir ve bilimadamlari onu ayakta tutmak icin yuzyillardir calisma yapmaktadirlar.

Sonucta Italya iyisiyle kotusuyle hep ilgi odagi olmayi basarmis bir ulkedir. Ulkemizden de bircok tur sirketi cok ucuza turlar duzenlemektedir. Gitmenizde fayda var.

30.07.2002

Tokyo İzlenimleri – 2002 – Japonya

İstanbul’dan, Tokyo’ya THY ile direk uçuş 12 saat kadar sürüyor. Saat 17:30’da kalkıp, mahalli saat ile 11:30 civarı Tokyo’ya ulaşılıyor.

Tokyo Havaalanının ismi Narita. Vize işlemleri sonrası, bavulumuzu alarak LİMUZİN servise binip şehrin yolunu tutuyoruz. Limousine servis denilen olayı ben ilk başta bildiğimiz lüks araba servisi sanmıştım, çünkü 30 dolar kişi başı verildiğine göre mutlaka lüks birşey olmalıydı, fakat dışarı çıktığımızda kapıda gördüğüm bildiğimiz turist otobüsünü görünce küçük bir şok yaşadığımı belirtmemde fayda var. Japonya çok pahalı bir ülke, bunu asla unutmayın derim.

Havaalanı ile şehir merkezi arası ortalama bir saat sürüyor, genelde Tokyo trafiği oldukça kalabalık, İstanbul’dan alışkın olanlar için çok büyük sorun teşkil etmiyor tabii ki .

Otelimiz Shinjuku semtinde. Shinjuku şehrin en önemli bölümlerinden biri, alışveriş merkezi sayılıyor. Ara sokaklarda bile teknolojik ürünler satan marketler görebilirsiniz.

Alışveriş merkezlerinde dolaşırken dikkatimi cep telefonları özellikle çekti. Burada kullanılan telefonlar uzay çağı telefonları bize göre. düşünsenize renkli ekranlar, entegre dijital kameralı telefonlar, multimedia tüm özellikleri barındıran modeller vs vs. Biz bu teknolojiye sanıyorum 3-5 sene zarfında ancak geçebileceğiz, kızmayın ama 1995 yılında MD ÇALAR walkmanlar görmüştüm Tokyo ziyaretimde, Türkiye’ye henüz yeni yeni gelmeye başladı bunlar. Adamlar teknolojide çok ileri bunu kabul etmemiz gerekiyor.

Japonya’dan alışveriş yapanların en çok dikkat etmesi gereken nokta ürünlerin JAPONCA uyumlu oluşu. Mesela ben bir dijital kamera aldım, paketi açmadan Türkiye’ye getirdim, bir açtım , maalesef nasıl kullanacağımı bilemiyorum çünkü ekran ve yazılar hep japonca. kullanımı oldukça zor bu yüzden. Genelde iç piyasada satılan ürünlerin neredeyse hepsi, japonca, ingilizce opsiyon bile konulmamış..

Taksiye bindiğimizde gene teknoloji çıktı karşımıza. Şoför adresi bilmiyordu, işin ilginç tarafı gideceğimiz yer de bilinmeyecek bir yer değildi, düşünsenize adama Atatürk Kültür Merkezi Taksim diyorsunuz halen nerede acaba diye düşünüyor, ama Allah’tan onlarda teknoloji var ve o tip yol bilmeyen şoförlere bile yolu öğretiyor bu sistem. Olay şu.. bilgisayar ve uydu kontrollu monitör üzerinde aracınızın bulunduğu yeri görüyorsunuz. O anda nerede olduğunuz kolayca belli oluyor. Tüm şehir sokak sokak bilgisayara kaydedilmiş, siz gidilecek yeri ekrandaki harflerle yazıyorsunuz ve o yer ekranda görülüyor. Gerisi haritayı ve yolları takip etmekte. Teknoloji bu işte, bizim zavallı taksicilerimiz de telsizle birbirine anons yapıp şu adresi bilen varmı diye sormaya devam etsinler. Japonya’daki sistemin bir diğer avantajı ise, bir taksi asla kaybolamıyor. Merkezden kolaylıkla bulunduğu yer tespit edilebildiği için anında olaya müdahale edilebiliyor. Umarım bizde de birgün bu sisteme geçilecektir.

Japon insanı genelde çok nazik. Güleryüzlü. Bir yeri sorduğunuz zaman kapıya kadar çıkıp size yolu gösteriyorlar, bizde bazı vatandaşlarımız el ifadesiyle ve defol git dercesine adres tarif ederken sanırım Japonları çok anacağım.

Shinjuku’da dolaşırken ilgimi Türkçe Kursu çekti. Şehrin göbeğinde bulunan bu kurs sayesinde ilgilenen Japonlara Türkçe öğretiliyormuş. Bence bu kültürümüzü tanıtmak açısından çok önemli bir başarı. Bugün ingilizce bilen bir insan aslında ingiliz kültürünü de araştırmaya başladığının farkında bile değildir. Bir yabancı dil aslında o ülkenin reklamıdır. Ta Tokyo’da böyle bir olayın olması gerçekten mükemmel..

2003 yılı Japonya’da TÜRK YILI ilan edilmiş ve bu demektir ki, 2003 yılında Japon turist akımına uğrayabiliriz. Devletimizin bu konuda TV ve yazılı basın aracılığıyla Japonlarla daha iyi bir iletişim kurma yönünde eğitim vermesi çok faydalı olacaktır inancındayım. Onların en önemli özelliği GÜVEN duymaları. Birçok Japon ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerini söylediler. Onlarda bir Turist Felsefesi varmış. “Japonca bilen Türkler’den kaçın!” bu aslında ne acı bir olay. Kimbilir bizim üçbeş kelime Japonca bilen elemanlarımız neler yaptılar ki bu bir felsefe halinde Japonların diline düşebilmiş.

Japonlar, dünyanın en çok seyhaat eden milleti. Bir Japon’un, Japonya’da aylık gideri 3000-5000 $ civarındadır. Bu durumda yurtdışına çıkan bir Japon bu kadar çok para harcayamayacağı için doğal olarak para biriktirmeye başlayacaktır. Japonlar yurtdışında kaldıkları sürece PARA BİRİKTİRMEKTEDİRLER.. Bu noktaya çok dikkatle bakın. Pahalı bir ülke olduğunujn en basit özelliğidir bu.

Japon ekonomisi, Çin’in dev adımlarla büyümesi karşısında tek çareyi YÜKSEK TEKNOLOJİ üretmeyle aşmaya çalışmaktadır. İnsanlar her an üretim düşünmek zorundalar. Genelde insanlardaki hayatın zorluklarının getirdiği stres yüzlerinden belli olmaktadır. Her anlarını değerlendirmek zorundadırlar. Teknolojinin bu kadar hızlı gelişmesi ve rekabetin zorlukları Japonları biraz stresli hale getirmiştir. Bir yarışta en önde giden atlet daima en çok yorulandır, Japonya da şu anda o yorgun atlet pozisyonundadır. Japon Hükümeti, çözümün yurtdışına açılmakla çözüleceğini bildiği için, her ülkede yatırımlar yaptırma gayreti içindedir. Bir Japon için durmak , ölmekle aynı kefededir.

Japonya izlenimlerim şimdilik bu kadar…

Ülkemizin daha güzel yerlere gelebilmesi dileğiyle

Saygılarımla

30.07.2002

Japonya – Japonya

Japonya….Dunyanin en ilginc ulkelerinden ve kulturlerinden biridir. Adalardan olusan bu ulkenin kendine has bir psikolojisi vardir…Hayat denizle beraber baslar ve devam eder orada. Yemekler balik agirliklidir.

Japonya`ya ilk 1991 yilinda gitmistim. Istanbul`a faks gonderen Japon firma bizi Limuzin ile havaalanindan otele gidecegimizi yazmisti..Biz daha Tokyo gorunmeden havaya girmistik bile:))) Ucagimiz Hong kong`dan hareket etmisti… Ucakta ben walkman takmis muzik dinliyordum. Yanimda Hasan agabey bir ara bir hanim ile konusmaya baslayinca sasirip kulakligi cikardim kulagimdan…Hasan abim ingilizce bilmiyor ama nasil olur ki sakir sakir konusuyordu….kulak misafiri olunca Turk bayan oldugunu anladim…Kadin Hasan abiyi biyigindan tanimis ve Turkmusunuz? diyerek sohbete baslamisti:)) Simdi size belki ne var bundadiyebilirsiniz ama 1991 yilinda oyle pek Turk yolcu yoktu uzakdogu hattinda bugunku gibi.. Ilginc bir aniydi o bizim icin..Yol boyu sohbet ettik ..ve en sonunda indik Tokyo`ya….

Havaalaninda bizi bekleyen Limuzin`i aramaya basladik..Ama elimdeki faksi information bolumune gosterdigimde maalesef sok olmustum cunku Limuzin denilen Otobusten baska birsey degildi:))))) Megerse havaalani-otel transferi yapan bu tip otobuslerin genel adi limuzin imis:)

Tokyo havaalani ile sehir merkezi arasinda sakin aklinizdan taksiyi gecirmeyin bile…Herhalde hayatinizin en pahali taksi yolculugunu yasama zevkini yasarsiniz bu sayede…

Gecenin bir saatinde Otelimize ulastik..Otel demek ne kelime, saray sanki..Le Meridien Tokyo oteli..gecesi de 300 dolarcik..Ama diyebilirim ki kaldigim en guzel otellerden birisiydi bu otel….

Bulundugumuz semt Shinogawa idi. Sabah kahvalti sonrasi ticari gorusmemizi yaptiktan sonra ogle yemeginde ne yiyecegimizi sordular biz de balik dedik..ve gitik bir balik lokantasina… Once corba geldi..kabuklu midye corbasi…ittik kenara, yiyemedik ….ikinci olarak istakoz geldi…onu da yiyemedik…ucuncu olarak acaip bir balik geldi o da yenmedi… klasik ac karinla ayrilip lokantadan gidip hamburger bulup atistirdik…

Aksamustu dolasmaya ciktik…Tokyo kulesini gorduk, alisveris merkezlerini gezdik, dunyaca unlu Shinjuku markete gittik. Daha 1991 yilinda bugunlerde ulkemize yeni yeni gelmeye baslayan MD disketcalarlar vardi orada…Insanlar robot yapiyorlardi parcalarini satinalip… Bosuna demiyorlar Japonya teknoloji devi diye…Insan orada daha iyi anliyor bunu…

Sokaklarda dolasirken ilgimi ceken sey herkesin SUMO gures musabakalarini kacirmamasiydi..Insanlar transa gecerek seyrediyordu bu maclari…Dev ekranlardan veriliyordu maclar… Biliyorsunuzdur sumo gurescileri halk arasinda cok seviliyor Japonya`da…

Japonya boyle cok gelismis bir ulke olarak dunyada adini duyururken ilginc tezatlar da olmuyor degil…Mesela dunyaca unlu Tokyo metrosunda evsiz insanlar gordum..Karton kutular icinde yasiyor bu insanlar…

Japonya`da hayat gercekten cok pahali..Dunyanin en cok gezen insanlari Japonlar ve bunun nedenlerinden birisi de seyahat ederek para biriktirmeleri.. Bir japon`un yurtdisinda harcamalari yurticinde harcamalarina gore daha az tuttugu icin para biriktirmek icin yurtdisinda kalmayi tercih ediyorlar. Bu da gercekten ilginc bir nokta bizim icin..

Japonya`da bircok kacak Turk iscisi mevcut. Pasaportunuzda Fatsa dogumyeriniz ise biraz zor girersiniz Japonya`ya cunku yakalanan neredeyse kacak iscilerimizin bircogu bu yore insani oldugu icin Turklere vize olmamakla beraber Fatsalilara var:)))) Birkac arkadasimi geri cevirdiklerini hatirliyorum…

Alisveris yaparken buyuk bir alisveris merkezinde ilgimi ceken bir seyle karsilastim. Cok pahali bayan kiyafetleri satan bir yere gitmistik. Bir etegin etiketine baktim, gozlerim faltasi gibi acildi…Made in Turkey yaziyordu..Hayatimda bu kadar sevindigim ve mutlu oldugum nadirdir.. Gururlandim ….

Japonlar uzakdogulular tarafindan 2. Dunya savasindaki saldirilarindan dolayi fazla sevilmiyorlar. Bunun yaninda uzakdogu ulkelerinin neredeyse tamamiyla ticari iliskiler icinde olan Japonya`yi elden kacirmamak icin de ellerinden geleni yapmaya calisiyorlar…Seyrettigim bircok Cin filminde konu Japon dusmanlara karsi kazanilan zaferler uzerine idi…

Tokyo sokaklari acaip kalabalik oldugu icin insanlar sokaklarda hizla yururken birbirine carpmamak icin ilginc bir bulus yapmislar..Elleri ile gidecekleri yonu isaret ederek size carpmamaya calisiyorlar.. Kafasi onunde giden bir Japon`a carpmamak icin elinin isaret ettigi yone dikkat etmeniz yeterli oluyor.

Metroda giderken ilgimi ceken bir konu genclerin neredeyse buyuk bir bolumunun cizgi romanlar okumasiydi..Ansiklopedi kalinligindaki bu cizgi romanlari bircok gencin elinde gordum.. Bizim Teksas Tommiks romanlarina benzemiyor bunlar cunku hep uzaylilar hep olaganustu guclerin savasi uzerine bu kitaplar…Unutmadan Pokemon cilginligi da Japonlardan geliyor…

Japonya seyahatlerimden birinde cocuklarin bayramina denk gelmistim..Bu bayram 3-5-7 yas cocuklarin bayrami sayiliyor ve anneler kimonolariyla cocuklar da kimonolariyla dolasiyordu sokaklarda..goruntu gercekten cok sevimliydi..

Japonya`da yasam kolay degil..Evler cok pahali, Ziyaret ettigim bir arkadasin evi 45 m2 idi. Bu arkadas zenginlik bakimindan oldukca zengin olmakla beraber Japonya ev fiyatlarinin astronomik olmasi yuzunden boyle bir evde oturuyordu. Hatta Japon arkadaslarimdan birisi su anda Istanbul`da yasiyor ve geri donmeyi dusunmedigini soyluyor Tokyo`ya.. Insana ilginc geliyor..Bizi teknolojide onlara ulasma hayalindeyiz, onlar insan olduklarini anlamak icin Turkiye`ye geliyorlar… Galiba bazi seyleri hicbir zaman anlayamayacagiz…

Japonya gercekten ilginizi cekecek bir ulke…Bir cok konuda hayat felsefenizi degistirecegine eminim…

30.07.2002

Amerika Vizesi İle Alakalı – Amerika

T.C.Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracat Genel Müdürlüğü’nden alınan bir yazıda, Dışişleri Bakanlığı’nın yazısına atfen; A.B.D’ye seyahat edecek kişilere daha iyi hizmet verilebilmesini teminen, 3 Nisan 2003 tarihi itibariyle Ankara’daki Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği Konsolosluk Şubesi’nin ve İstanbul’daki ABD Konsolosluğu’nun resmi amaçlı ziyaretler dışında, vize müracaatlarını doğrudan kabul etmeyeceklerinin bildirildiği ifade edilmektedir. Anılan yazıda devamla, sözkonusu uygulama çerçevesinde, göçmen veya göçmen olmayan vize müracaatında bulunmak isteyen kişilerin önce herhangi bir İş Bankası Şubesi’ne 16 ABD Doları veya bu miktara tekabül eden Türk Lirası yatırarak kişisel bir kimlik numarası (U.S. Visa Information PIN Number) sağlamaları ve ardından (212) 340 44 44 no’lu telefonu arayarak randevu almaları gerektiği, anılan numaranın haftaiçi 09:00-20:00 saatleri arasında hizmet vereceği, müracaatçıların randevu saatinden beş dakika öncesinden on dakika sonrasına kadar içeri alınacakları, vize verilmiş pasaportların UPS kargo şirketi aracılığı ile müracaat sahiplerine ulaştırılacağı ve bu hizmet için pasaport başına 2 ABD Doları tutarında bir ücret tahsil edileceği belirtilmektedir.

27.01.2004

Amerika 2001 – Amerika

Amerika kimine gore dunya cenneti , kimine gore firsatlar ulkesi, kimine gore dunya jandarmasi, kimine dusman, kimine dost falan filan derken herkes icin birseyler ifade eden bir ulke. Senelerden beri bircok arkadasimin gerek okumak icin gerek calismak icin gittigi bu ulke hakkinda tabii ki bircok seyler ben de duymustum. Ama insanin kendi dunya gozuyle gormesi cok daha farkli oluyor tabii ki.,

Amerika hakkinda ilk ilginc hatirladigim Kolej Hazirlik okurken arkadasim Erdinc`in 82 yasindaki gemici dedesinin defalarca Amerika`ya gittigi ve mukemmel Amerikan ingilizcesi konustugu idi. o donemlerde yurtdisi demek zaten bizim icin herseydi.

Lisedeyken okulumuza ROTARY EXCHANGE STUDENT yani rotaryen cocuklarinin baska ulkelerde diger rotaryen ailelerin yaninda kalma ve o ulkeleri tanima firsati sayesinde birkac Amerikali arkadas tanima firsatimiz olmustu. Bunun yaninda okulumuza gelen cesitli misyoner Amerikalilari unutmadan da gecemeyecegim tabii ki.

Lise sonrasi arkadaslar orada okumaya gitti universitelerde. Onlardan aldigim bilgiler hep ilginc gelirdi.

Derken en sonunda firsatini bulunca ben de bu YENI DUNYA seyahatine baliklama atladim dogal olarak.

Los Angeles ve New York`a yaptigim bu seyahat sonucta orada senelerce yasayan arkadaslarin yasadiklari yaninda cok yuzeysel olacaktir, ben sadece kisa zaman diliminde gozumden kacmayan noktalara burada deginecegim.

Herseyden once Amerika vizesi ile alakali bir bilgi verecegim. Amerika vizesi almaya gittigimde sadece kisa bir mulakat sonrasi vizeyi aldim ama daha once giden arkadaslar orada sinirdan donderebildiklerini soyleyince cok sasirdim, nitekim Los Angeles Havaalaninda giriste polis ne icin gittigimi , kac gun kalacagimi sordu, son olarakta emin olmak icin kartvizitimi istedi, sonra da buyurun dedi. eger o sordugu sorulara istedigi sekilde cevap veremeseydim herhalde Amerika maceram orada baslayip son bulabilirdi. Bu noktaya lutfen dikkat edin ve her vize alanin Amerika`ya kesin girecegini de aklinizdan cikartin cunku o kadar cok siginmaci , o kadar cok gocmen var ki , adamlara da hak vermemek elde degil.

Gelelim ikinci konuya , eger gideceginiz yere otobus yada baska vasita bilmiyorsaniz yani taksiye binecekseniz benim yandigim gibi yandiniz demektir. Havaalanindan otele 70 Dolar vermek zorunda kaldim taksiye.ve taksicilerle maceram maalesef hic bitemedi .Sadece bir Romen taksici insafli cikti o kadar taksi icinde ve mil hesabi ile odedim gidecegim yeri. Taksimetre turistler icin degil orada:))

Otele geldim ve ilgimi ceken bir notla karsilastim. Turistler icin guvenlik rehberi diyordu kagitta.Ilgimi cektigi icin yanimda getirdim, kisaca bizlere guvenlik uyarilarinda bulunuyor ve, pencereleri siki siki kapatin, kapiyi calan olursa gorevliyim dese de resepsiyona telefon acip onaylatin kimligini vs vs, bir an kendimi korkunc bir yerde sandim, kapiya kosup iyice kontrol ettim kilitleri:)) ne olur ne olmaz 🙂

Yemekler bize gore dogal olarak cok pahali ama ogrendigime gore cok ucuza yemek bulmak ta mumkunmus , onemli olan orayi iyi tanimak tabii ki. ben de tanimadigima gore..dogal olarak kazik yemeye musait bir potansiyel kisilik olarak yemek basina 30-40 dolar vermenin mutlulugunu yasadim . Isin ilginc tarafi tabaklar bizim tabaklarin iki kati dolu gelmesine ragmen nedense bir turlu yiyemedim, insanin galiba istahi kesiliyor fiyatlari gorunce:)))

New York sokaklarinda COOL zencileri izlemek buyuk bir zevk verdi bana hatta kiskandim ve ben de onlar gibi gece vakti gunes gozluklerimle dolastim sokaklarda..Ilginctir bir Allahin kulu da donup bakmadi, bu Amerika cidden OZGURLUKLER ULKESI galiba.

Sokaklarda insanlara baktim , dunyanin her yerinden her ulkesinden insanlar yasiyor bu ulkede. Rengarenk bir dunya. Cok ilginc geliyor bana. Her tur insan mevcut ve her birisi ayri bir dunyayi yasiyor ayni ulke sinirlari icinde. Her kosede farkli bir muzik dinliyorsunuz, lokantalar farkli farkli, magazalarda ne ararsaniz mevcut.

New York icin hep Cok Tehlikeli derdi arkadaslarim ama taksi soforlerine sordum hepsi sanki agiz birligi etmiscesine Hayir dediler, her yer zaten polis dolu, suc islemek artik eskisi kadar cok kolay degil ve New York artik daha iyi dediler. Gene de benim erkenden otele donmem icin yeterli bir etki degildi bu dedikleri:)

Amerika`da Turklerin en cok oldugu bolge New York ve bildiginiz gibi her sene TURK GUNU yuruyusu ve kutlamalari oluyor New York`ta.

Otelim hakkinda bilgi vermeden gecemeyecegim.Benim taksilerden o kadar kazik yemem tek neden internetten yaptigim rezervasyondur derim. Internette Manhattan`a 5 dakika mesafede diyordu ve bende dogal olarak 4 yildizli bu oteli secmis oldum. Ama gelin gorun ki bizim Bogaz koprusu misali bir tunelden gecipte Manhattan`a trafik olmadan 5 dakika surebilecek bu yer, daima trafik dolu oldugu icin taksicilerin gitmek istemedigi bir nokta oldugundan 50-60 hatta 70 dolar gibi astronomik fiyatlar vermek zorunda kaldim. Bir de New Jersey`de oldugu icin bu mukemmel otelim, farkli tarifeler gecerli oluyor . Size kesin tavsiyem gitmeden once cok iyi secim yapin, taksilere o kadar para vermektense neresi size idealse oraya enyakin 5 yildizli oteli secin hic degilse kaldiginiza degsin.

27.01.2004