Güney Kore ve E-Vize 

Güney Kore ve E-Vize 

Güney Kore’ye yapacağınız seyahatlerde artık seyahat öncesi elektronik vize müracaatınızı yapmanız gerekmektedir. 

Eskiden uçakta verilen Giriş Formu’nu doldurmak yeterli oluyordu. 

Dijital ortamda artık vize müracatınızı yapıyorsunuz. 

Otel rezervasyonu ve vesikalık dijital ortamda fotoğrafınızın olması önemli.

Aşağıdaki adrese girip vize formunu dolduruyorsunuz:

https://www.k-eta.go.kr/

Formu eksiksiz doldurduktan sonra ödeme sayfasına geliyor ve vize ödemesini kartla yapıyorsunuz. 

İletişim olarak yazdığınız e-posta adresinize onay gelmesini bekliyorsunuz. (Benim Tokyo-Seoul uçağına bu formun doldurulacağı bilgisi önceden verilmemişti ve check-in sırasında müracat etmem gerektiği söylendi. Onay maili bir saat sonra gelebildi. Bu fotoğraflı onay olmadan görevliler bilet işlemini yapamıyorlar. Neredeyse uçağı kaçıracaktım, son yolcu olarak uçağa koşarak yetişebildim)

Check-in işlemi sırasında dönüş bilet bilgisi de soruluyor, mutlaka dönüş uçuş bilet bilgileriniz yazılı ya da dijital olarak yanınızda olsun.

E-vize müracaatı onaylandığı zaman ekran görüntüsünü almanızda çok fayda var, internetin düzgün çekmediği acil durumda ekran görüntüsünü göstererek pasaport kontrolünden geçebilmeniz kolay olur. 

Seyahatinizin kolay geçmesi dileklerimle 

Japonya ve E-Vize

Japonya ve E-Vize

Japonya’ya yapacağınız seyahatlerde elektronik vize müracaatınızı varış noktasına varmadan yapmanız gerekmektedir.

Eskiden uçakta verilen Giriş Formu’nu doldurmak yeterli oluyordu.

Dijital ortamda artık vize müracatınızı yapıyorsunuz.

Aşağıdaki adrese girip vize formunu doldurup Barkod oluşturuyorsunuz:

https://services.digital.go.jp/en/visit-japan-web/

Check-in işlemi sırasında kalacağınız otel bilgisi, dönüş bilet bilgisi de soruluyor. Mutlaka otel rezervasyonu ve dönüş uçuş bilet bilgileriniz yazılı ya da dijital olarak yanınızda olsun.

Müracaat bitince barkodunuz oluşturulacak,

Bu barkod numarasının ekran görüntüsünü almanızda çok fayda var, internetin düzgün çekmediği acil durumda ekran görüntüsünü göstererek pasaport kontrolünden geçebilmeniz kolay olur.

Seyahatinizin kolay geçmesi dileklerimle

Çin Seyahat Notları – 2023 Nisan

2019 yılı sonlarında dünyaya kara bir bulut gibi çöken Covid 19, en çok da Çin’i ve çinlileri vurdu.

Covid19 salgını yüzünden 4 sene süren büyük sıkıntılar yaşandı. Şehirler köyler kasabalar kapandı. Yasaklar yüzünden insanlar evlerine hapsedildiler. Binlerce insan öldü ve hayat durma noktasına geldi.

2023 yılı başlarında açılmaya başlayan yasaklar, normale dönüş noktasında pozitif gelişmelere sahne oldu.

4 sene sonrasında Çin’e seyahat etmek bu anlamda çok önemliydi benim için. 21 yaşımdan beri senede bazen 4 bazen 6 defa seyahat ettiğim bu ülkeye bir anda 4 sene gelememek ilginç bir durum oldu benim için de. 

Eskiden sabah karar verip akşam uçağa atlayıp gittiğim bu ülkeye bu gelişte vize almam bile 1 aydan fazla sürdü. 3 aylık ve tek giriş vizesi aldım, havaalanında pcr testi ve “health declaration” formunu doldurmak gerekiyordu. Bunları halledip uçağa bindim ve Katar / Doha üzerinden Hangzhou’ya uçtum.

Hangzhou Havaalanı’ndan Yiwu Şehrine geçtim. Yiwu’ya ilk seyahatim 1998 yılında olmuştu ve o zamanlar daha yeni yeni ihracat üzerine geliştirme çalışmaları başlamıştı. 2000 yılında tekrar gittiğimde market canlanmıştı, 2003’te gittiğimde “Futian Market” canlı bir şekilde yabancı müşterilere hizmet vermeye başlamıştı. 30000 üzeri dükkan mevcuttu. Ve bu sayı eklenen yeni binalarla bu sayının birkaç katı daha arttı.

2005-2010 yılları arasında Çin’de dünyaya ihracat yapmak adına Çinli bir ortakla şirket kurup ihracatlar yaptım. Futian Markette de bir ofis açarak oraya gelen tüccarlara da ürün satma imkanımız olmuştu. 

Futian Market 2019 yılında zirveyi yaşıyorken Corona salgını yüzünden oradaki işyerleri de maalesef ciddi bir etkilenme yaşadı ve birçok dükkan kapanmış o dönemde.

Nisan 2023’te gerçekleştirdiğim bu seyahatte birçok dükkanın kapalı olması beni üzdü. Çalıştığım bazı fabrikalar da kapanmışlar.

Eskiden Pazar Günleri de çalışan işyerlerinin çoğu artık Pazar günlerinde kapalılar. Coronanın insanların hayatına getirdiği bir diğer yenilik ise evlere servis sistemi. Heryer motokurye dolu ve insanlar en basit ihtiyaçlarını bile evden verip kuryeyle alıyorlar. Kurye sistemi ciddi bir şekilde gelişmiş ve heryer motorsiklet dolmuş. 

Elektrikli scooterlar hiç yok denecek kadar azalmış. 2019’da her yerde scooter görebiliyorken artık ya bisiklet ya da motorsiklet görebiliyorsunuz sokaklarda.

Çin elektrikli araçlar konusunda dünya lideri, pil imalatı burada olduğu için Tesla markası da buradan pilleri alıyor. Bir sürü Çin markası elektrikli araba üretmiş ve yollarda görebiliyorsunuz. Şarj edilme süresini de kısaltmakla alakalı ciddi çalışmalar yapılıyormuş.

Son 20 yıl boyunca her sene yükselen ev fiyatları da Covid döneminde durmuş ve %30 kadar bir gerileme olduğunu söylüyorlar. 

Çin’de arsalar devlete ait ve insanlar 70 sene süreyle satın alıyorlar. Bizdeki gibi sonsuza dek o arsa sizin sayılmıyor. 70 sene sonra devletle oturup tekrardan anlaşma yapıp 70 sene daha uzatabiliyorsunuz. Bu sebeple devlet eski evleri, eski dükkanların olduğu bölgeleri mal sahiplerinden para vererek alıyor ve yıkıp çok daha yüksek fiyattan yeniden satıyor. Bu sayede ekonominin ayakta kaldığını söylüyorlar. 

Uzun yıllar boyunca herkese zorlanan “Tek Çocuk” politikasına son verilmiş ve artık istediği kadar çocuk yapma imkanı verilmiş, verilmiş ama hayat şartlarının pahalılığı sebebiyle ikinci çocuk yapmak o kadar da kolay değil. 

1990’larda Çin yollarında arabayla gitmek acaip zordu. Heryerden bir araç çıkabiliyordu, sol şeritte pancar motorlu bir araç yavaş yavaş giderken, yola bakmadan çıkan arabalarla kafa kafaya gelindiği çok oluyordu. Seneler sonra bu sıkıntıyı aştılar ve düzenli bir trafik sistemi koymayı başardılar. Şimdilerde ise aynı sıkıntıları motorsikletlilerle yaşıyorsunuz. Yürüme alanlarından hızla giden motorsikletliler yüzünden her an etrafınıza, sağınıza solunuza ve hatta arada arkanıza bakmanız gerekiyor. Çinliler için çok normal gelen bu durum bizler için karın ağrısı olarak geçiyor. Bu sıkıntıyı da zamanla çözeceklerine inanıyorum ama şu an için karın ağrısı olduğu kesin.

Çin CASHLESS yani “Para kullanılmayan” bir sistemin son aşamasına gelmiş durumda. Covid döneminde “wechat pay” ve “Ali Pay” gibi barkod okutarak ödeme yapılan sistemler ciddi anlamda hayata girmiş ve neredeyse hiçkimse nakit para taşımıyor olmuş. Bu sistem bütün dünyaya yakında yayılacak ve para yerine barkodlu ödeme sistemine her ülke geçecek gibi görünüyor.

Alışveriş yaptığım süpermarkette çin banka sistemine uygun kredi kartı geçiyor denildi (mastercard ve visa geçmiyordu) bu durumda peşin ödeme yapayım dedim, koskoca markette bir tane kasa sadece peşin ödeme kabul ediyordu ve oraya yönlendirdiler. 

Metrodan, markete, lokantadan taksiye, heryerde cep telefonundan ödeme yapılıyor. Şu an için para taşıyan biz yabancılar için her dükkanda nakit kabul etme zorunluluğu varmış, yani bir iki sene daha para ile alışverişe izin verilecek, sonrası bilinmiyor! Belki de yastık altında tutulan tüm kağıt paralar bir gün hiçbir değer ifade etmeyecek duruma gelecek… 

Motorsikletler / Shenzhen
Motorsikletler / Shenzhen
Motorsikletler / Shenzhen
Motorsikletler / Shenzhen
Yeni inşa edilen binalar - Yiwu
Yeni inşa edilen binalar – Yiwu
Yeni inşa edilen binalar - Yiwu
Yeni inşa edilen binalar – Yiwu
Futian Market - Yiwu
Futian Market – Yiwu

Şatolar Yoluyla Normandiya – Fransa

Hülya ile Gül aşkın kenti Paris’ten yola çıktılar. Şatolar bölgesinde Ortaça’dan günler çalıp, krallarla arkadaşlık kurdular. Normandiya’nın upuzun kumsallarında gün batımında med-cezir rüyası, Mont St. Michel’in mucizesi, martıların şarkıları, yemyeşil nehir kıyıları ve çiçeklerle bezeli şirin kasabalar onlara yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Şimdi sıra sizde!

—————————————–

Işıltılı bir Paris gecesinde, Seine kıyısından başlıyoruz rüya gibi bir yolculuğa. Louvre’un önündeki cam piramit ay ışığıyla oynaşıyor. Louvre’un arka bahçesine kocaman bir lunapark kurulmuş. Atlıkarıncalarda çocuklar neşeyle dönüyor. Dev dönmedolap herkesi Paris göklerine çıkarıyor. Saint Michel yolundaki, trafiğe kapalı ahşap köprünün üstünde gençler gece pikniği yapıyorlar. Kareli battaniyeler, havlular serilmiş, şaraplar açılmış, peynir tabakları, salkım üzümler, kahkalar, öpüşler, şarkılar… İnsan hemen aralarına karışmak, romantik bir Fransız filminin aşık kadını olmak istiyor. Eiffel Kulesi her saat başı elmas şıkırtılarıyla göz kamaştırıyor. Eiffel’in etrafındaki parklar, meydanlar, havuzbaşlarında adeta büyük yaz şenliği yaşanıyor. Sokak müzisyenleri neşeli şarkılar söylüyor, renkli etekleriyle dönerek dans eden Mısırlı dans dansçılar rüyamıza egzotik renkler katıyor, Paris’te son yaz günleri sanki büyük bir karnavalla kutlanıyor. Ama bizim yolumuz uzun. Sıcak bir Paris sabahını arkamızda bırakıp, Şatolar bölgesine doğru masalsı bir yolculuğa çıkıyoruz…

İlk gün Loire Nehri boyunca yol alıyoruz. Yüksek çatılı köy evleri çıkıyor karşımıza, salkım söğüt ağaçlar sulara eğilmiş. Çiçekler içinde kasaba yollarından geçiyoruz, köprüler, su kuşları, kilise çanları, kuzucuklar, gül bahçeleri, sarıdan kırmızıya dönen yapraklar, muhteşem güzellikteki köy evleri, tepelere kurulmuş kocaman şatolar ve yüksek kuleler… Muhteşem manzaralar bizi ortaçağdan kalma bir masalın içine doğru sükunetle çekiyor. Rehberimiz Suzi ise bize geçtiğimiz yollar, bölge halkı, tarihi, gideceğimiz yerlerin zenginlikleri ile bilgilendiriyor. Suzi gerçekten de gördüğüm en mükemmel rehber. Hem çok bilgili ve entelektüel, hem de tüm bunları bize öylesine güzel hikayelendirerek anlatıyor ki, hepimiz çok keyif alıyoruz onu dinlemekten..

Şatolarda Ortaçağ masalları

Chambord Şatosu’nun kapısında, beyaz atlı Prens. Kırmızı pelerinini savurarak, vakur bir reveransla selamlıyor bizi ve görkemli ağaçların arasında atıyla dörtnala kayboluyor. Gerçek bir şatonun kapısından giriyoruz. Leonardo da Vinci’nin tasarımı sarmal merdivenlerden çıkarken, gizemli bir oyunun içinde kaybolacağıma inanıyorum. Kocaman salonlardan geçip mahrem yatak odalarına giriyoruz. Kasvetli elçi kabul odaları, büyük şömineli karar odalarına açılıyor. 16. yy’da 1.Françoise’nın yaptırdığı bu şato, Erken Rönesans döneminin en muhteşem örneklerinin başında geliyor. Süslü tavanlar, gotik kuleler, İon sütunlar, bulmaca gibi merdivenler, kapıları süsleyen 1. Françoise’nın amblemi alev püskürten semander kabartmaları çok boyutlu bir ortaçağ masalı yaşatıyor konuklarına. Beyaz atlı prense, şatonun kulesinden el sallıyoruz ve bir masaldan çıkmadan, bir başka şatonun muhteşem bahçesinde, tutkulu bir aşk hikayesine konuk oluyoruz. “Hanımlar Şatosu” olarak bilinen Chenonceaux Şatosu’nun, çiçeklerle bezeli Rönesans bahçesinde yürürken, karşınızdaki manzaranın kesinlikle bir masal kitabından fırlamış olduğuna inanıyorsunuz. Küçük balkonları, oval pencereleri, zincirli köprüsü, gümüş rengi kuleleri ile burada ancak bir masal prensesi yaşamıştır ya da Peri Padişahının güzel kızı. Şatonun altından, Loire Nehri’nin bir kolu geçiyor. Yani odaların, mutfakların, şıkırtılı avizelerle süslü görkemli salonların altından yüzlerce yıldır sular akıyor. Duvar süslemeleri, renkli kadifelerle süslü yatak odaları, armalı deri koltukları bir kadını mutlu edecek her ayrıntı, tutkulu bir aşkın izlerini taşıyor. 16 yy’da, 2. Henry büyük aşkı, güzel metresi Diane de Poitiers için yaptırmış bu şatoyu. Av Tanrıçası Diane’ye gönderme yapan tablolarda, aşık bir kadının tüm güzelliği, yüzlerce yıldır tüm ihtişamıyla hala parıldıyor. O tarihten sonra da bu şatoda hep Fransa Kralları’nın metresleri yaşamış. Zaten bu yüzden adı Hanımlar Şatosu ya.
Küçük bir köprüden geçip giriyoruz Amboise kasabasına. Şehrin adını taşıyan görkemli şato, tüm heybetiyle karşılıyor bizi ve kasabanın tenha sokakları 14 Lui döneminden bugüne uzanan bir tarihi geçit yaşıyoruz. Tepenin sonunda 14. Lui’nin yakın arkadaşı olan Leonardo da Vinci’nin sırlarla ve büyülü güzelliklerle dolu şatosu çıkıyor karşımıza. Devasa ağaçlarla dolu yemyeşil bahçede Vinci’nin tasarımlarından parçalar, insanın zihninde yepyeni kapılar açıyor. Bir kadın sesi, lirik bir arya söylüyor, kemanlar sanki geçmişten bugüne çalıyor. Vinci’nin el yazmaları, yaptığı icatların maketleri ve hayatının gizli ayrıntılarıyla dolu bu şatoda öyle yüksek bir enerji var ki, insan kesinlikle Vinci’yi ağaçlar arasında gördüğüne ya da bir anda pencereden baktığına yemin edebilir.

Bir kadeh şampanya!

Tours, tipik Fransız şehirleri gibi, tüm meydanları, pencereleri, sokak lambaları, kapı önleri ile çiçeklerle bezenmiş. Şehrin kalbi, eski kentin meydanında atıyor. Ahşap ve taşın birleşiminden yapılan muhteşem binalar, 16 yy başlarından beri olduğu gibi korunuyor. Öyle güzel bir mimarisi var ki şehrin, insan hangi köşe başına, hangi binanın penceresine bakacağını şaşırıyor. Oturuyoruz meydandaki küçük lokantalardan birine, geçmişle bugünün birbiri içindeki geçişlerini şaşkınlıkla seyrediyoruz. 22 kişilik bu turumuzdakileri yakından tanıdıkça, resmen şaşkınlık geçiriyoruz. Mesela Ankara’dan katılan İnci’nin dünya üstünde gitmediği bir Vietnam civarları kalmış, bir de Portekiz. Fitnat Hanım’la Firdevs Hanım ta liseden arkadaşlar. İkisi de bugün 82 yaşında ve turun en genç, en zarif, en şık iki hanımı. Onlar da gizli gezginlerden. Mersin Potur Lisesi Coğrafya Öğretmeni Ferit Bey’in öğrencileri çok şanslı. Çünkü Ferit Bey ülkeleri gidip görüyor, kültürünü bütün ayrıntılarıyla öğretiyor öğrencilerine.
Sakin ve huzur içinde bir başka kasaba olan Saumur’un meydan kafelerinde bir öğle yemeği molası verip, ardından Grenelles şarap mahzenlerinin serin dehlizlerinde muhteşem bir tura daha çıkıyoruz. Karanlık koridorlar, dev boyutlarda ahşap fıçılar, sürekli çevrilen binlerce şişeler… Burada şampanya yapını tüm ayrıntılarıyla öğreniyor ve nefis şampanyaların tadımını yapıyoruz. Bu mahzenlerin sahibi bir kontmuş ve tıpkı filmlerdeki gibi bir şatoda yaşıyormuş. Yolumuz üstündeki Langeais adındaki köyde ise, surları, minik pencereleri, kalkınca kapı olan zincirli asma köprüsüyle tam bir ortaçağ şatosuna giriyoruz. Köy ise minicik meydanı, su kenarındaki verandalı evleri, nilüfer çiçekleri ile sanki bu dünyaya ait değil. İnsan hayatını burada huzur içinde geçirmek için içinden dua etmeye bile başlıyor.

Gün Batımında Med-Cezir

Fransa’nın kuzeyine doğru çıktıkça, doğa adeta çıldırıyor. Yeşilliklerden, yüksek çatılı şahane evlerin gül bahçelerinden, çiçek tarlalarından gözümü alamıyorum. Atlantik Okyanusu kıyısındaki St. Malo, inanın dünyanın en güzel köşelerinden biri. Cıvıl cıvıl, çok renkli, çok hareketli ve bir o kadar da gizemli dokusunu koruyor. Marinadaki tekneleri arkada bırakıp, kenti çevreleyen surların büyük kapısından şehre giriyoruz. Laternacı kadın neşeli bir şarkı söylüyor, gençler kocaman dondurmalardan yiyip ortalarda piyasa yapıyor, balık lokantaları yavaş yavaş akşam hazırlığını yapıyor. Ara sokaklarda taş basamaklar, minik kafeler, şık butikler, neşeli barlarla dolu. Her meydanda sokak müzisyenleri konserler veriyor. Otelimiz ise kırmızı çiçekleri, camekanlı kış bahçesi dekorasyonu ile çok sevimli ve çok tatlı bir rüya adeta. Gün batımına yakın, surların arkasında kalan plaja gidiyor, kendimizi Atlantik’in tuzlu sularına atıyoruz. Karşımızda küçük bir ada, martılar kumsalda bizimle birlikte dolaşıyor. O kadar mutluyuz ki Gül’le ikimiz, sonsuza kadar burada yaşayabiliriz. Kumdan rengarenk deniz kabukları topluyoruz saatlerce, deniz kuşlarıyla şakalarımıza resmen gülerek karşılık veriyor ve güneş tam karşımızda çingene pembesi rengine dönüşerek yavaş yavaş batmaya başlıyor. Mutluluktan ölmek dedikleri bu olsa gerek. Ve gerçek bir mucizeye öyle hazırlıksız yakalanıyoruz ki, şaşkınlıktan resmen dilimiz tutuluyor. Evet, bir yandan güneş pembe pembe batıyor, öbür taraftan sapsarı ay parlıyor. Kumsal uzadı, sular gözümüzün önünde çekilip çok ötelere gitti, denizin içindeki bütün duvarlar bir anda açığa çıktı. Karşıdaki adaya resmen denizin üstünden yürüyerek gidiyoruz. Med-Cezir mucizesi ile huşu içindeyiz! Sabah gün doğarken koşarak geliyoruz sahile, deniz bizden önce gelmiş. Kumların üstü martıların ayak izleriyle kaplı. Kumsalda uyuyan gençler yavaş yavaş uyanıyor. Kesinlikle hayatımızın sonuna kadar burada yaşayabiliriz.

Mont Saint Michel Mucisezi

Normandiya kıyısındaki Mont. Saint Michel’in fotoğrafını yıllar önce bir dergide gördüğüm an aşık olmuştum oraya. Bir zamanlar hacı olmaya gelen insanların inançlı coşkusu içindeyim adeta. Küçük orta çağ sokaklarından, tepedeki kiliseye doğru tırmanırken, kendimi “Gülün Adı” filminin içinde sanıyorum. Öylesine gizemli ve gerçeküstü ki, inanılır gibi değil. Daracık merdivenlerden geçip, susmaya yeminli rahiplerin minik bahçesine çıkıyoruz. Kemerler, dev sütunlar, pencerelerden sızan gün ışığında hayal gibi duygular uyandırıyor. Kralların yemek odasında uçan bir halı, duvarlarda geçmişten gölgeler… Suzy St. Michel’in mucisini anlatırken, kolumdaki bilezik tak diye açılıp yere düşüyor. Bunun bir işaret olduğunu biliyorum ve karanlık köşedeki Meryem heykelinin önünde, bir mucizenin gerçek olması için St. Michel’e dua ediyorum. Med-Cezir saatlerinde surların dışında dolaşmak yasak, çünkü deniz dadikada 62 metre hızla geliyormuş. Ve sular geldiğinde burası resmen bir adaya dönüşüyor. Sizce de bu bir mucize değil mi?
Manş denizi kıyısındaki Trouville ve Dauville, birbirine küçük bir köprüyle bağlanan şık ve klas birer tatil şehri. Dauville’in yüksek çatılı muhteşem villaları ve Haute Couture butiklerle dolu sokakları insanın aklını başından alacak kadar güzel. Paris’li ve Amerikalı zenginler yaz tatillerini burada geçiriyormuş. Trouville ise yüzlerce balık lokantası, sayısız barları ve kafeleri ile tam bir eğlence merkezi. Akşama doğru otelin penceresinden görünen plaja koşarak gidiyoruz. Ama o da ne, deniz yok! Gerçekten de deniz iki km ötede ve her yer kumsal olmuş. Dubalar açıkta, çok çocuklu aileler, ıslak kumlar üstünde güneşleniyor, yemek yiyor, eğleniyor. Dalgaların kıvrım yaptığı izlerin üstünde yürüdüğümüze inanamıyoruz. Gün batmasına yakın, deniz gelmeye başlıyor. Her dadika bize bir dalga boyu daha yaklaşıyor. Ve bir saat içinde, iki km’yi aşıp önümüze kadar geliyor. Denizin üstü batan güneşin ışığı ile kıpkırmızı. Biz çılgınlar gibi kendimizi dalgaların üstüne atıyor, bu mucizevi güzellikleri yaşadığımız için durmadan şükürler ediyoruz. Martılar denizin üstünde çığlık çığlığa, balık kapma telaşında. Az önce karaya oturmuş tekneler, suların yükselmesiyle teker teker balığa çıkıyor. Gece yarısına kadar serin Manş sularından bizi kimse çıkaramıyor. Gece ise Jumbo karidesler, midyeler ve istakozlarla kendimize nefis bir ziyafet çekiyoruz. Meydandaki kumarhaneye girdiğimizde rulet masasındakiler bize; “Siz hangi ülkenin prenseslerisiniz” diye soruyorlar. Buradaki erkekler ne kadar da centilmen!

Etratet’de kalp hırsızlığı

Normandiya’nın yemyeşil yollarında gitmek, lirik bir şarkıyı söylemek kadar güzel. Emprestyonist ressamların şehri olarak bilinen Honfleur’ün rengarenk yüksek evlerine ışık öyle güzel vuruyor ki, Manet’nin, Sisley’in tablolarını hatırlıyor insan. Kıyıdaki tekneler, şık kafeler, ahşap gotik kilisenin incelikli güzelliği, sürprizlerle dolu sokakları, her bir adımda yepyeni güzellikler sunuyor konuklarına. Atlantik kiyısındaki Etretat ise bir başka mucize adeta. Kocaman çakıllarla dolu sahili, dev uçurumları, içi boş sivri kayaları, çiçek bahçesi içindeki villaları ile gerçekten de insanın aklını başından alacak kadar etkileyici. Viktor Hugo şiirlerini burada yazması boşuna değil elbette. Arsen Lüpen’in evini gezmek ise, insanda kalp hırsızlığında uzman olmanın yollarını öğretiyor desem inanır mısınız? Normandiya’nın tarihi başkenti rouen’de yüzlerce çan kulesi geçmişten bugüne adeta birer hatıra saçıyor. Rouen evlerinin mimari güzelliklerinin ise yeryüzünde resmen birer örneği daha yok. Jean Dearc uzun yıllar bu şehirde hapsedilmiş. Yakıldığı yerde ise bir küçük anıt ve onun adına adanmış, modern mimarisiyle göz kamaştıran bir kilise var şimdi. Paris’e dönüş yolunda, ünlü Versailles Sarayı’nı geziyoruz. Muhteşem bahçeler, heykeller, tavan ve duvar süslemeleri, Marie Antoinette’in yatak odası, Mozart’ın konser verdiği salonları ile Versailles, 14. Lui’nin şaaşalı hayatını bugün bile yaşatıyor. Son günümüz ve gecemizde yine Paris’teyiz. Deliler gibi alışveriş, nehir kıyısında romantik yürüyüşler, St Germen kafelerinde soluklanmalar, Eiffel karşısında Paris’e methiyeler düzmeler. Normandiya ve Bretanya şehirleri kocaman bir kase dolusu dağ çileğiydi, Paris’te üstüne kreması oldu. Cafe Tur bize mucizelerle dolu bir rüya sundu. Sizce böylesine bir rüyayı yaşamak için derhal yollara düşmeye değmez mi?

21.06.2004

Fransa’nın Venedik’i – Fransa

Fransa’nın Savoie bölgesindeki tatil cenneti Annecy, Cezanne tablolarına geçen berrak gölü, labirenti gibi kanalları, minik köprüleri, çiçekli sokaklarıyla adeta Fransa’nın Venedik’i. Fakat burada Alpler’in muhteşem doğası konuklara sörften kayağa, golften yamaç paraşütüne, raftingten golfe kadar tüm sporları yapma imkanı da sunuyor. Ayrıca burası tam bir gastronomi merkezi. Yani lezzette sınır yok. Hülya ile Gül sizin için Annecy’nin tüm güzelliklerini araştırdı.

——————————

“Bir sabah bir şehre girerken” diye başlayan öyküleri öyle çok severim ki. Uzun yollar, yol üstünde karşımıza çıkanlar, yabancı bir şehir, tanıdık bir duygu, biraz da şaşkın bakışlar… Ne zaman bir yerlere gitsem, okuduğum öyküler ve bu yeni şehirler birbirine karışır aklımın içinde… Sisler arasında bir görünüp bir kaybolan köy evleri, çan kuleleri, elma bahçeleri, küçük kasaba meydanları yine arkada kaldı. Tıpkı o öykülerdeki gibi, Gül’le birlikte bir kış sabahı giriyoruz Annecy’ye. Belli ki, güneşin kış sabahları bile yüzünü göstermekten esirgemediği bir şehirdeyiz. Biz su kenarındaki otelimize girerken, şehrin öğrencileri gruplar halinde neşeyle okula gidiyor, yaşlı bir kadın sudaki ördekleri besliyor, genç bir anne minik oğluyla fırından ekmek alıyor, bir adam köpeğini gezdiriyor… Suya eğilmiş salkım söğütler, bu şehirde huzurun ve dinginliğin sembolü gibi, sabah ayazında sokakları dolduranlara adeta gülümsüyor. Daha şehrin sokaklarını keşfe çıkmadan, odamızın penceresinden kanalda yüzen kuğuları seyrederken hissediyorum ki, insan bu romantik Fransız şehrinde hayatının her anını haz dolu minnet duygularıyla geçirebilir.

Uçan Kaz Masalı

Annecy Fransa’nın güneyinde, Savoie bölgesinin başkenti konumunda olan, içinden şırıl şırıl suların aktığı, kış aylarında bile her sokak başından, her pencereden rengarenk çiçeklerin fışkırdığı, üstelik kocaman bir dağ gölünün kıyısına kurulmuş olduğu için yemyeşil parklarla çevrilmiş rüya gibi bir şehir. Otelden çıktığımız gibi, kemerli dar sokakları, yer altı dehlizlerini hatırlatan daracık pasajları ile tarihle iç içe yaşayan küçük ve sevimli bir Avrupa şehrinin tam kalbine düşüyoruz. Labirent gibi küçük sokaklarda sıra sıra dükkanlar, peynirciler, şarapçılar, şarküteriler, çikolatacılar ve onların arasında, hepsi birbirinden daha sevimli ve romantik küçücük lokantalar… Kimi beyaz örtülü, dantel perdeli, kimisi tahta masalı, pötükare perdeli… Küçücük tahta köprülerden geçip, minicik avlu gibi sokaklarda buluyoruz kendimizi. Sanki labirentlerde kaybolma oyunu başladı. Çiçekli rıhtımlar boyunca çağıldayan berrak derenin peşine takılıyoruz ama nafile. Kimi zaman küçük bir kilisenin altında kayboluyor, hiç beklemediğimiz bir anda, sarmaşıklarla kaplı bir evin altından yine akmaya başlıyor. Rengarenk evlerin pencerelerinde, karda bile açan hercai menekşeler şaşkınlığımıza adeta gülüyor! Çiçeklerle bezeli kanal boyunca yürüyoruz ki, bu kez karşımıza suların ortasına ada gibi kurulmuş, kuleleriyle, demirli kapılarıyla, tıpkı masallarda anlatılan şatolardan biri çıkıyor. Demirli küçücük pencereleri ve çıkış izni vermeyen devasa kapısıyla anlıyoruz ki, burası resmen bir ortaçağ hapishanesi. Gerçekten de Palais De I’ille, eski çağlarda hapishane olarak kullanılmış. Şimdi ise Fransa’nın en çok fotoğrafı çekilen müzesi unvanını taşıyor. Gül durur mu hiç, elbette o da bu şatonun fotoğrafını çekecek. Beni soracak olursanız, çoktan peri padişahının masalı içinde daldım bile. Havada kar kokusu, suda balık avlayan ördekler… Kanalın diğer ucunda ise kocaman kanatlarını çırpa çırpa gelen bembeyaz bir kuğu. Başımızın tam üstünden havalanıp uçuyor. O kadar büyülü bir an ki, doğanın güzellikleriyle bu kadar içli dışlı olmak, bizim de ruhumuzu, o kuğunun peşi sıra uçuruyor. Uçan Kaz masalını yaşadığımıza bir an inanıyoruz.. Geceleri ise ışıklandırılan bu müze şato, etrafındaki küçük lokantaları, manzara seyretme bankları ve karşısındaki küçük ışıklı meydanı ile sahiden de çok romantik. İnsan sevgilisine bu güzellikler arasında kesinlikle yeniden aşık olur. Hem zaten buraya Fransa’nın Venedik’i diyorlar. Üstelik oradan çok daha doğal, temiz ve çevresinde barındırdığı binlerce güzellikle keşfedilmeyi bekliyor.

Kuğu Gölünün Güzellikleri

Labirent gibi kanalları arkada bırakıp, geniş caddelere doğru çıkınca, şehir yeni, modern ve genç yüzünü göstermeye başlıyor. Ünlü markaların şık butikleri, ışıl ışıl vitrinler, alışveriş merkezleri, ve elbette kayak malzemeleri satan dükkanlar… Şıklık ve kalite bu şehrin en belirgin özelliği. O şık ayakkabı mağazalarında, insan hangi rugan botu deneyeceğini, hangi süet çizmeyi alacağını resmen şaşırıyor. Üstelik şehrin o sakin ve telaşsız havası sizin üstünüze de sindiği için, alışveriş gerginliği yaşamadan, beğeneceğiniz her şey resmen karşınıza çıkıyor. Yani anlayacağınız burada eski bir şehrin gizemini, modern bir şehrin lükslerini ve doğanın mucizevi güzelliklerini bir arada yaşıyorsunuz.
Kış güneşi altında, dağların arasında gümüşi bir göl parlıyor. Gölün etrafındaki devasa ağaçlarla kaplı parklar, yürüyüş yapan gençlerle, ördekleri besleyen çocuklarla cıvıl cıvıl bir canlılık içinde. Gün içinde maviden yeşile, eflatundan kızıla, gece mavisine dönüşen bu göl, Avrupa’nın en temiz ve berrak sularına sahip. Savoie Alpleri’nin eteklerindeki gölün etrafı ise yalnızca park ve bahçelerle değil, tarihi şatolarla ve yazları hareketli bir sayfiye yerine dönüşen çok şirin kasabalarla çevrili. Fransa, İtalya, İsviçre sınırına çok yakın olan Annecy, bu üç ülkenin kültüründen parçalar taşıyor. Öğle saatlerinde dolup taşan kafeleri, sokakları tutan işportacıları ve eski kentin mimarisi ile İtalya’nın Como Gölü kıyısılarını hatırlatıyor. Kanallardan akan suların berraklığı, sokaklardan taşan çiçekleri ve düzeniyle sanki biraz İsviçreli. Lezzet ve yaşama sanatı üstüne kurulan hayat biçimiyle de Annecy tam bir Fransız. Özellikle de demin sözünü ettiğim lüks dükkanlarda ve birbirinden ilginç lokantalarda bunu çok iyi görebiliyorsunuz. Ayrıca burası Fransa’nın sakin ve doğayla iç içe yaşamayı seçen varlıklı ailelerin tercih ettiği bir şehir. Bu nedenle de eski eserleri korumanın ve betonlaşmaya karşı çıkmalarının tek nedeni turizm değil. Hem buna ihtiyaçları olmayacak kadar zengin bir iş dünyaları var, hem de huzur ve mutluluk, hayatlarının birinci sırasında yer alıyor. Güneş batmak üzere, dağlar morun tüm tonlarıyla adeta bir rüya hissi uyandırıyor. Gölün üstünde bir küçük bir tekne, belli ki balıktan dönüyor. Ulvi ağaçların çıplak dallarında serçe kuşları… İnsanın yüreği göl kadar temizleniyor, genişliyor.

Her mevsimin şehri

Öyle temiz ki gölün suları, insan şaşkınlığa düşüyor. Bu sebeple de şehir, yüzücülerin ve balıkçıların en gözde yeriymiş. Her yıl binlerce balıkçı, sırf bu zevki yaşamak için tatillerini burada geçiriyorlarmış. Üstelik Annecy Gölü, en değerli tatlısu balıklarını barındırıyormuş. Haliyle Annecy’ye gittiğinizde mutlaka bir balık lokantasında kendinize bir lezzet şöleni sunarsınız değil mi! Hem zaten Savoei, Fransa’nın gastronomisiyle ünlü bölgesi. Peynir fondüler, keçi peynirli salatalar, birbirinden lezzetli etler ve nefis şaraplar aklınızı başınızdan alacak. Tüm dünyada lezzet sihirbazı, otların ve tatların simyacısı olarak anılan ünlü Fransız ahçı Marc Veyrat’ın da, Annecy’ye çok yakın olan Veyrier du Lac’da çok sevimli bir lokantası var. Mesela şehrin civarındaki kasabaları ve doğal güzellikleri keşfe çıktığınız bir gün, öğle yemeğinizi, Aurberge de L’Eridan adlı bu lokantada, bir lezzet şölenine dönüştürebilirsiniz. (Tel: 00334- 50 60 24 00). Aslında Annyce’de yapılacak en doğru şey, bir araba kiralayarak, gölün çevresindeki küçük köylerin ve kasabalarının doğal güzelliklerini keşfe çıkmak. Hatta kış aylarında, bir saat uzaklıktaki La Cluzas’a çıkabilir, yılbaşı kartpostallarını hatırlatan bu dağ kasabasında kayak yapma zevkini bile yaşayabilirsiniz. Biz de öyle yapıyoruz zaten. Gölün etrafındaki küçük kasabalardan geçiyoruz. Çan kuleli meydanlarda şirin kafeler, göl kenarındaki birbirinden güzel evler, uçsuz bucaksız çayırlar, otlayan inekler ve karşımızda Alplerin göz alıcı yeşilliği… Manthon Saint Bernard şatosunu gezmek, ortaçağdan gizem dolu saatler çalmış gibi bir his uyandırıyor. Forclaz Boğazı’nda treking yapan gruba katılıp saatlerce yüyüyüş yapmak istiyorsunuz. Yemyeşil çayırlarda hoplaya zıplaya oynaşan yavru kuzucukları sevmek için ölüyorum. Hele gökyüzünde kartallar gibi süzülen, yamaç paraşütçülerinin renkli dansıyla karşılaşmak, resmen aklımı başımdan alıyor. Tanrım, burası cennet olmalı diye derin bir iç geçiriyoruz Gül’le. Bu yaz tatilimi kesinlikle burada geçirmeye karar veriyorum. Göl kenarındaki sayfiye kasabası Talloires’in sahilinde dolaşırken bu kararımdan dolayı kendimi yeniden kutluyorum. Bahçe içindeki eski evler, şahane birer butik otele dönüştürülmüş. İskelenin yanına sıralanmış sörfler, kanolar, yelkenli minik tekneler kış uykusuna yatmışlar. Ama belli ki yazın gölün üstü sörfçülerle, su kayağı yapanlarla, beyaz yelkenlilerle dolup taşıyor. Kocaman çınarın altındaki banka oturuyor, batmakta olan günü kızıl güzelliğini izliyoruz. Gölde ince bir kanoda kürek çeken iki silüet!.. Karşımızda efsanevi Duingt Şatosu. Bu kez bir Cezanne tablosu içindeyiz. Kimler etkilenmemiş ki bu gölün büyülü güzelliğinden. Cezanne tablolarına taşımış şu an seyretmekte olduğumuz şatonun mağrur güzelliğini. Jean Jacques Rousseau ve Andre Gide gördüğü an aşkla bağlanmış bu şehre. Margarite Duras, yıllar boyunca bütün yazlarını Annecy Gölü kenarındaki evinde geçirmiş. Gül’le ikimiz de onlar kadar büyüleniyoruz tüm bu güzelliklere. Evet evet, bu kış güzelliği beni büyüledi, ama ben doğanın sunduğu bu muhteşem güzelliklerle daha da kaynaşmak istiyorum. Yaz tatilimi de kesinlikle burada geçireceğim.

Doğa sporlarında bir numara

Yemyeşil Savoue Alpleri’nin ve bu muhteşem gölün sunduğu spor imkanları gerçekten de sınırsız. Birbirinden şık ve güzel sayfiye kasabalarında kalırken, gölde yelken, dalış, kürek, su kayağı yapabilir, tertemiz sularda gönlünüce yüzebilirsiniz. Dağ ve orman yollarında yürüyüş yapmak ve bisikletle çevreyi gezmek, kesinlikle başka bir dünyanın kapılarını açacaktır. Yukarılara çıktığınızda, yaz başına kadar kayak yapmak mümkün. Golf oynamak isteyenler içinse, Avrupa’nın neredeyse en doğal ve güzel parkurları burada. Daha bitmedi, kanyoning yapıp şelalelerden inmek, raftingle suların coşkusuna kapılmak, kaya tırmanışıyla dağlara çıkmak, yamaç paraşütüyle bulutların üstünde kuşlar gibi süzülmek, mağara dalışı yapmak, balonla gökyüzünü dolaşmak… Bunların hepsini Annecy’de geçireceğiniz tatil günlerinde yaşayabilirsiniz. Tek yapmanız gereken Takamaka adlı doğa sporları klübünü aramanız olacak. Hatta isterseniz internete girip şimdiden onlarla bağlantı kurabilirsiniz. (www.takamaka.fr) Parapente adlı klüp ise yalnızca yamaç paraşütü yapmak isteyenlere hizmet veriyor. (www.parapente-annecy.com) İnanın burada günleriniz o kadar dolu dolu geçecek ki, bir günün içine ne kadar çok güzellik ve zenginlik sığdığına siz de inanamayacaksınız. Fier Geçidi’nin güzelliği, Clermont Şatosu’nun asaleti, Seythenex Çağlayanı’nın ihtişamı, Tamie Manastırı ile Ortaçağdan kalma Alby-sur-Cheran kentinin gizemi, Seyssell Mağaraları’nın derin güzelliği, Çan Müzesi Fonderie Paccard’ın çanları karşısında resmen büyülenecek, siz de Annecy’ye en kısa zamanda tekrar dönmeye karar vereceksiniz. Çünkü bu kent size hayatın içinde unuttuğumuz bütün güzellikleri, lezzeti, tarihi, lüksü, doğayı ve doğanın mucizelerini birarada sunuyor. Annecy’e nasıl gidebilirim diyorsanız, cevabımız çok basit. Derhal Cafe Tur’u arıyorsunuz, rezarvasyonunuzu yaptırıyorsunuz ve Cafe Tur sizi güvenli uçak yolculukları, kaliteli otelleri ve ayrıntılı rehberlik hizmetleriyle size Annecy’de unutamayacağınız bir tatil yaşatıyor.

21.06.2004

Fransa – Fransa

Fransa`ya 2000 yili Temmuz ayinda Ispanya`dan kiraladigimiz araba ile gecmistik. Ispanya`dan arabayi kiralayip Italya,Isvicre, Almanya uzerinden Fransa`ya gecip Paris`te teslim etmistik ve 10 gunluk bu seyahat icin toplam 1200 dolar odemistim. Simdi diyeceksiniz ki neden bu kadar fazla tutuyor, anlatayim….birinci neden arabayi baska bir ulkede teslim edecegimiz icin fiyat ikiye katlanmaktaydi….ikinci neden ise zaten tren ile gecseydim Barselona`dan Paris`e verecegim ucret toplam 8oo dolar olacak ve hicbir yer gorme sansim da olmayacakti,,,oysa verdigim 400 dolarcik fark ile o kadar ulkenin de altini ustune getirme imkanim olmustu….

Neyse konuyu fazla dagitmadan Fransa`ya gecelim..Fransa …evet Fransa nedense son senelerde Avrupa Toplulugu ulkeleri icinde belkide bizimle en cok dalasan ulke nedense…Oncelikle tarihsel iliskilerimize bakmaliyiz derim ben bu noktada… Osmanli doneminde Avrupa icinde ozellikle desteklenen ve Kapitulasyonlar ile ayricalik sahibi bir ozellige sahip olan Fransiz kardeslerimiz, emperyalizmin gelismesi ve Avrupa`nin yukselisi ile birlikte bize bu kapitulasyon silahini geri cevirmekle kalmamis , ayni zamanda bircok cephede bizimle savasmis ve binlerce insanimizi sehit etmistir. Ozellikle Arap cephelerinde ve Canakkale savasinda bizi epey yipratmislardir.

Son senelerde ise Avrupa Birligine yakinlasan Turkiye`den rahatsizligini her sekilde ortaya koymakta ve ulkemizin kanayan yaralarini ozellikle desmekten cekinmemektedir. Oysa Cezayir`de yaptiklarinin nedense hic konusunu bile acmamaktadir.. Canakkale Fransiz Mezarligina yolunuz duserse ozellikle orada olen askerlerin isimlerine bakmanizi rica ederim…Mousa, Mohammad, Hassan gibi isimler Afrika`dan gemilere bindirip getirdikleri ve bizimle savastirdiklari savas esirleridir maalesef. O insanlar da maalesef kiminle savastiklarini bile bilemeden maalesef olmuslerdir …

Neyse hepinizden ozur dileyerek artik normal konuya girmek istiyorum ama inanin o kadar Avrupa ulkesi gordum ama Fransa nedense bende hos olmayan bazi izlenimler birakti… Ozellikle bir turistin FRANSIZCA bilmek gibi bir zorunlulugu yoktur dogal olarak ama yolunuz Fransa`ya duserse ve oldu ya bir soru soracaksaniz bir Fransiz`a yandiniz…Sanki kirk yillik Fransizca biliyorsunuz gibi Ingilizce bilseler bile Fransizca tarif edeceklerdir ve siz anlamsiz anlamsiz bakarken suratlarina, onlar yardimseverliklerinin zevkini cikartmis olacaklardir… Kac adres sorduysam Fransizca cevap aldim, bazi lokantalarda ne ingilizce menu vardi ne de ingilizce konusan garson…ve ne kadar ilginctir ki basima gelen bu olaylar hep turistik sayilan noktalarda geldi…Ilginc degil mi??

Paris, Dunyanin sayili sehirlerinden birisi.. O EYFEL kulesini gormek istemeyen olur mu hic? Sen nehri, Vesailles sarayi, Notre Dame kilisesi……Ben de iste butun bu guzellikler aklimda olarak bastim gaza ve varik Paris`e…. Vardigimizda aksam ustuydu..Avrupa kupasinda FRANSA-ITALYA final maci oynaniyordu o anda ve millet sokaklarda kocaman ekranlardan maci naklen izlerken biz de araya kaynayip o heyecana ortak olduk. Bulundugumuz yer Notre Dame Kilisesinin hemen yanibasiydi, nehir yanimizda ve hos bir aksamustu…Ustune ustluk bir de Fransa maci kazaninca heryer karnaval havasina burunmustu..Biz daha fazla bu heyecanda kalamayip otel aramaya basladik..

Onceden rezervasyon yaptiramamistim Paris`te..Oteller sansa full..bir tane oda bulamadim. Gece saat 11 oldu biz halen otel ariyoruz inanir misiniz ? Altimizda kiralik araba olmasa ne yapardik bilemiyorum. En sonunda neredeyse sehir disinda bir kasabada ya da arabada konaklamayi dusunecek kadar sinirlerim bozuldu ama Allahtan bir otel bulduk ve fiyatini bile dusunmeden atladik arabadan…

Sabah uyaninca dogal olarak soyle guzel bir sehir turu yaptik. Eyfel kulesine ciktik..Ilgimi ceken sey ise diyebilirim ki oradaki turistlerin neredeyse yaridan cogu Turk Turist gruplariydi.. Ne de olsa artik Fransa Turlari o kadar ucuz ki gitmemek icin hicbir neden yok. Halen siz de gitmediyseniz hemen ayarlayin derim. Fiyatlar o kadar cazip ki….

Eyfel kulesi gercekten mukemmel bir yapit. Metalden yapilmis ve insan gercekten urperiyor yukari katlara ciktikca..Zaten en tepeye asansor cikartiyordu ama yer mi? yemedi tabii ki, orta katlar bile bana yetti ve artti bile:)

Fransa`dan parfum almadan donene az rastlanir derler..ben de galiba bu az rastlananlardanim, cunku o kadar araba uzerinde gecirdim ki vaktimi, sehri gezmekten alisverise vakit bile ayiramadim. Ama arkadaslarimin dedigine gore Champs-Ellyse (SANZELIZE) bu tip alisveris icin cok ideal bir yer.

Notre Dame Kilise`sini duymayanimiz da kalmamistir herhalde.O unlu Notre Dame`in kamburu filminde Quasimodo`su ile Esmeralda`si ile nasil unutulur degil mi? O disi cirkin ici guzel Quasimodo`yu hatirladim Notre Dame`da…

En son gun Paris`te ucagimiz saat 2:30`da oldugu icin erkenden cikip yola koyulduk…Ama ilginc bir sey dikkatimi cekti..Koca Paris`te yol levhalari icinde havaalani levhasi nedense konulmamis pek fazla, ve biz de sehrin gorulmemis sokaklarina girip girip havaalanina cikis aradik.. Birkac yerde durup yolu sordum Fransizca anlattilar birseyler..Tek anladigim A-11 yolu oldugu..Bunu da anlamak icin zaten bir harita satin almak zorunda kaldim..Az kalsin ucagi kaciracaktim bu levhalarin olmayisi yuzunden.. Yetkililere duyurulur:)))

Fransa`da ilgimi ceken nokta Afrika`lilarin coklugu oldu. Ozelikle Kuzey Afrika`dan gelenler cogunlukta ve kucuk bir Arap ulkesi havasi veriyor bu Fransa`ya.

Fransa`da Cannes sehrinden gecerken neymis bu dunyaca unlu plajin sirri deyip mola verdik. Bizim Akdeniz sahillerinden hicbir farki olmayan bu plajda neden bu kadar une sahip oldugunu dusunup cozmeye calistim..Galiba isin sirri ciplaklikta..Bizim 5 yasindaki Enes bile bir iki ciplak gorup kikir kikir gulerken demekki isin sirri buymus dedim kendi kendime:))))

Fransa ile iliskilerimiz duzelir umidindeyim ama bunun duzelmesi icin Fransa`nin bizden cok gayret gostermesi gerekiyor bence, cunku durup dururken sorun cikarmanin iki ulkeye de hicbir faydasi yok. Tarihimizde yuzyillarca dost kaldigimiz Fransizlarin son yuzyilda bizi dusman gormelerinin ne onlara ne de bize bir faydasi olmayacaktir. Umarim birileri bunun farkina varir ve `Dostumuz Fransa` diye baslariz bu yazilara bir daha ki baskimizda:))

Saygilarimla

Ali Baylar

30.07.2002

Yaşasın Kral! – Tayland

2006 yılı Haziran ayı Tayland Kralının 60ıncı yönetim yılı olarak dünya tarihine geçti. 60 yıl krallık yapan bu kral dünyanın en uzun süre başta kalan kralı olma özelliğini taşıyor.
Kral Bhumibol Adulyadej 78 yaşında ve tam 60 senedir ülkeyi yönetiyor.
Tayland halkı için kral bir nevi tanrı sayılıyor ve çok büyük saygı gösteriliyor.
60 senelik yönetimi sırasında halkının gelişimi adına epey gayretler gösterdiği belirtilen bu kralın bazı noktalarda gözardı edilen hataları da yok değil… Mesela kimse Kamboçya’daki Pol Pot rejimi sonrasında Pol Pot’un Tayland’da senelerce gizlendiğini söylemez… Bu kralın bilgisinde değil miydi acaba bu adamın orada oluşu ve senelerce neden sessiz kaldı kralımız?
Bir de dünyanın seks cenneti olarak adı herkes tarafından bilinen Tayland’ın bu seks turizmindeki gelişimi bu kral yönetimindeyken olmamış mıdır? 60 sene öncesinde bu tip bir seks rezaleti maalesef yok idi bu güzelim ülkede…
Basın her ülkede halkı istediği şekilde yönlendiriyor. Bugün 12 Haziran ve Yaşasın Kral! mitingi düzenleniyor tüm Tayland’da…Bir hafta tatil ilan edildi tüm ülkede…Dünyanın dört köşesinden liderler Kral’ı ziyarete geldi….
Tayland’lı arkadaşlarım bugün sms atarak (Çin’deyim bu arada) televizyondan kralın törenini izlememi istediler…Oysa bilmedikleri birşey vardı…Çin için Tayland Kralı hiçbir anlam ifade etmiyordu..Çünkü Tayland basını Çin’e etki yapabilecek güçte değildi ve kimsenin kralı tanıdığı bile yoktu burada….
İnsanların bakış açıları ne kadar değişik oluyor değil mi?

12.06.2006

Pattaya – Tayland

Tur şirketi ile gittiğimiz Bangkok-Singapur-Pattaya turunda son durağımızdı Pattaya. Pattaya Bangkok’a 3 saat kadar uzaklıkta bir şehir. Tam bir sayfiye kasabası.

Amerikan Birliklerinin aileleriyle görüşme limanı olarak kurulan bu küçük kasaba, kısa zamanda turizm merkezi olarak göze çarpmaya başlar. Tabii ki Amerikalı askerler demek gece hayatı demektir ve ucuz yollu ilişkileri bu zavallı memlekete sokmayı kolaylıkla başarırlar. Fakir olan halk için kızlarının askerlerle birlikte olup para kazanması da bir nooktada çaresizlikten dolayı kabul görür….

Günümüzde Pattaya askeri liman olmaktan çok gece hayatıyla adından bahsettirmektedir.

Kentin en büyük müşterileri Türkler ve Amerikalılarmış, bunu da oranın halkından duyduk, ne büyük başarı….

Pattaya’da mücevher mağazasına uğramadan kaçmanız mümkün değildir, bu Bangkok ve neredeyse tüm Tayland kentlerindeki klasik bir durumdur. Mücevher firmaları, müşteri başına harçlık ya da benzin vs yardımı yaptığı için her turist taşıyan buraya sizi yalvar yakar götürecektir. Stres yapmayın, nezaketen girip içerde bir tur atıp çıkın….

Turla gittiğimiz için 450 kişilik uçak full doluydu ve birkaç firma ürünlerini toptan alan müşterilerini kampanya ile bu tura getirmişti…. İşin en kötü tarafı, bazı kendini bilmez gece hayatı delisi müşteriler, ailelerin yanında seviyesizce pazarlıklar yapmaktaydılar ve otel lobisi gece pazarına dönmüştü. Komik olaylar da gözden kaçmıyordu, bir laz amcamız taylandlı kızla türkçe konuşarak pazarlık yapmaya çalışıyordu…güler misiniz ağlar mısınız bilemem artık…

Pattaya sahilleri gerçekten çok güzel, mercan adası turunu kaçırmayın derim, 3 saat içerisinde farkında olmadan bronzlaşmışız. Deniz sıcacık ve filmlerdeki kumsalda denize girmek acaip dinlendiriciydi….

Pattaya’ya gidecekseniz dikkat etmeniz gereken tek konu var o da gece hayatını sevmiyorsanız canınız sıkılabilir çünkü bu kentin kurulma mantığı maalesef gece hayatı…

Bangkok bence daha güzel bir seçim gezmek ve kültürel seyahat yapmak için.

saygılarımla

2.10.2004

Bangkok – Tayland

Tayland, Güneydoğu Asya ülkesidir. Nüfusu 61 milyondur ve 95%’i Budist dinine inananlardan oluşur. Konuşulan anadil Tay dilidir. Tayland’ın eski ismi SİAM, 1949 yılından sonra bu isim değiştirilerek “Prathet Thai” olmuştur. Thai tayca Özgür demek ve Tayland ÖZGÜR ÜLKE anlamına gelmekte… Ülke ekvator kuşağına yakınlığı nedeniyle genelde sıcak bir iklime sahip ve 23-35 derece arasında bir sıcaklığa sahip. Tayland’ın başkenti olan Bangkok, dünyanın en kalabalık trafiğine sahip kent olarak geçiyor ve bu yüzden buraya seyahat eden turistlere söylenebilecek ilk söz, trafiği daima düşünerek program yapmaları…

Tayland, Türk turistlerden vize istemiyor ve havaalanından kolaylıkla giriş yapılıyor ülkeye. Eğer otel rezervasyonunu Türkiye’den yapmadıysanız, havaalanında, hotel rezervasyon standlarında PROMOSYONLU fıyatlardan rezervasyon yaptırabilirsiniz. Ben şahsen bu şekilde bir rezervasyon yapıp, 5 yıldızlı bir otelde, 75 dolara, kahvaltı ve otele transfer ve üstüne bir şehir turu dahil fiyata kaldım. Bangkok’ta alışveriş yapacaksanız, en çok dikkat etmeniz gereken nokta PAZARLIK YAPMALISINIZ. Asla ilk verilen fiyatlara ürünü satın almayın. 40%’a varan indirimlere ulaşabilirsiniz. Büyük alışveriş merkezlerinde pazarlık fazla olmamaktadır ama sokaklarda kesinlikle pazarlık yapmayı ihmal etmeyin. Bangkok’a gelen turistlerin en çok aldığı ürünler arasında yapma çiçekler, seramik, oyuncak bebekler, gümüş, elmas ve değerli taşlar, mücevherat, Thai ipeği, ahşap ürünler gelmektedir. Bangkok şehir turlarına katılanları acı bir sürpriz beklemektedir.

Turunuz bittikten sonra sizi mutlaka MÜCEVHER firmalarından bir ya da birkaçına götürürler.. Ve buna da zorunludurlar çünkü çoğu turların sponsoru bı firmalardır ve tüm turistleri ister istemez oraya götürürler.. Siz de benim gibi mücevher almayacaksanız, istediklerini yapar, gider , dolaşırsınız ve çıkarsınız. İddia ediyorum bu taşların çoğunu ülkemizde daha ucuza bulabilirsiniz, çünkü Tayland’dan bütün bu taşlar ülkemize ithal ediliyor ve altın işçiliğimiz onlardan çok üstün… Ne gerek var boşu boşuna milli servetimizi buraya akıtalım! Altın aynı, taş aynı…. Tayland’ı çocukluğumda seyrettiğim filmlerden hatırlarım ve nedense yeşil bir derede, kayıklarda oturmuş birşeyler satan NEHİR MARKETİ aklımda kalmıştı… Bu seyahatimde o marketi görme şansı buldum. Havaalanında otel rezervasyonu sırasında kazandığım ücretsiz tur seçeneği olarak ben de FLOATING MARKET’i seçtim ve ertesi gün sabah 7:30’da yorgunluğa rağmen kalkarak tura katıldım. Tur bir büyük teknede başladı.

Bir gemi dolusu turistle baraber nehir boyunca seyahat ederken, solda Kralın eski sarayını, sağda ünlü Wat Arun Tapınağını geçtik. Wat, thai dilinde Tapınak demek. Tekne, daha sonra bir kanala girdi ve bu kanal boyunca su üzerinde kurulu evlerde yaşayan insanları ve evlerini görme şansımız oldu. Evler ahşaptan yapılmış ve oldukça eski görünüyorlardı. Bu arada birçok noktada ağır kanalizasyon kokusu olduğunu itiraf etmeliyim. Çok titizseniz bu tur size göre değil.. Kanalda epey gitikten sonra kayık marketine geldik. Buradaki market aslında o filmlerde, resimlerde gördüğüm market değildi. Bizim o fotoğraflarda gördüğümüz market Bangkok’tan 100 km uzakta ve Damnoen Saduak adında bir yer. Bizim geldiğimiz pazar ise oldukça küçük ve belli ki TADIMLIK 🙂 Markette biraz mola verdikten sonra, YILAN SHOW’unu izlemek için hayvanat bahçesi gibi bir yerde mola verdik. Burada Tayland’da bulunan değişik yılan türlerini canlı görme şansı oldu. Daha sonra yılanlarla ilginç bir gösteri yapıldı ve görevliler, yılanlarla ölümcül oyunlar oynadılar. Hem korkunç, hem de bir o kadar ilginçti… Saat 12’de tur bizi başladığımız yere getirdi ve daha sonra otelimize kadar bıraktılar herkesi…

Bangkok’un en işlek bölümü SUKHUMVİT diye bilinen ve epey uzun bir caddeden oluşan bölüm. Benim otelim 33.cü bölümdeydi. Ve cadde daha epey devam ediyordu ileriye doğru. Trafiğin en çok olduğu bölgelerin başında bu cadde geliyor. Eğer gideceğiniz yer uzaksa en kolay çözüm SKY TRAIN kullanmak. trafik stresinden uzak ve rahat ve klimalı bir şekilde seyahat ederken, paranız da cebinizde kalacak çünkü oldukça uygun fiyatlar…. Tayland’a laptop bilgisayarınızla geldiyseniz ve internete bağlanmak istiyorsanız acı bir gerçeği baştan söylemem gerekiyor, telefon hatları oldukca yavaş ve internet bağlantı hızı 33 kb sadece. 2003 yılı Temmuz ayında bu böyleydi, umarım hızlanacaktır ilerde…

İnternet servisi için, en ucuz yöntem marketlerden ya da Seven Eleven’lardan 15 saatlik kullanım paketlerinden almanız. 5 dolar civarı bu paketler bence otel odasından bağlantılar için en uygun çözüm. Otellerin çoğu 10-15 dolar günlük bağlantı ücreti alıyorlar istenirse…Bağlantı hızı da maalesef farklı değil ve gene 33 kb… Tayland’a gelirken yanınızda yazlık kıyafetlerle gelin ve yanınıza şemsiye ya da yağmurluk alabilirsiniz , bazı mevsimlerde yağmur çok yağmakta çünkü. Şapka da ideal bir ayrıntı, hem gübeşli yaz sıcaklarında , hem de yağmurlu sezonda yardımcınız olacaktır… Thai Boksu, Tayland’ın milli sporudur ve nasıl Japonya’da Sumo güreşleri her zaman zevkle izlenirse, Tayland’da da Thai Boksu , buradaki adıyla MUEY THAI öyle izlenmektedir. Özellikle böyle bir müsabakaya gidip seyretmek isterseniz, her akşam yapılan turlara katılarak, müsabakaları izleyebilirsiniz. Fİyatlar oynanan maçın kalitesine göre değişkenir deniliyor bu arada…

Bangkok’ta çok ucuza kalma seçeneği de mevcut. Şahsen benim kalamayacağım ama HOSTEL denilen ve dünyanın dört bir tarafından gelen ucuza tatil isteyen turistlerin kaldığı KAO SARN ROAD, Back Packers’ Hub denen bölgeye gidebilirsiniz. Burada oteller sadece geceyi geçirmek isteyenlere çok uygun fiyatlarla konaklama hizmeti sağlıyor fakat böcek ve haşerat bu fiyata dahil tabii ki… Bangkok’ta yemek noktasında çok zorlanacağınızı sanmıyorum çünkü birçok ülke lokantası burada mevcut gördüğüm kadarıyla ve rahatlıkla size uygun birşeyler bulabileceğinize inanıyorum.

Saygılarımla

27.01.2004

Tayland – Tayland

Lisede okurken arkadasim Metin`in gazina gelip iki ay TAYLAND BOKSUNA gitmistim, ve ilk orada Tayland kafamda degisik bir yer etmisti, iki ay boyunca Metin beni ben onu tekmeledikten sonra daha fazla dayanamayip ayrilmistik kurstan..

1993 yilinda sicak bir agustosta Bangkok`a varmistim ilk seyahatimde. Hava senenin en sicak gunune denk gelmis ve 45 derece gibi mukemmel bir sicakta, o dunyaca unlu Bangkok trafiginde guzel guzel terleme keyfini yasamistik.

Tayland Krallikla yonetilen bir ulke, Kral insanlar icin tanrisal ozellikle tasiyor, ve olen krallara tapinma adeti devam etmekte. Kaldigimiz otellerde yasayan kral ve esinin heykelleri onune konan kutsanmis yiyecekler de ilgimi cekmisti bu arada.

Tayland denince nedense insanimizin aklina hemen gece hayati cenneti oldugu geliyor , kabul etmek gerekiyor ki burada gercekten bu isin turizmi ciddi boyutlarda yapiliyor, en basit ornegi buyuk otellerin onunde taksi duraklarindaki soforlerin turistlere gostermeye calistigi katalog dolusu gece kuluplerinin resimleri. Buradan goturulen her turist icin komisyon aliyor taksiciler. Izledigim bir haber programinda zengin Avustralyalilarin Tayland`a gece hayati icin nasil ozellikle program yaptiklarini izlemistim. Uzakdogunun en zengin musterilerindendir Avustralyalilar….

Tayland`in ben bu gece hayati boyutuyla degil , guzel yanlariyla anlatmak istiyorum. Bir kere kabul etmek gerekiyor ki insanlar burada sadece gece hayatini yasamiyorlar. O kadar misafirsever ve yardimseverlerki bir adres sordugunuzda ellerinden geldigince yardim edeceklerdir.

Tuktuk, yani motorsiklet bozmasi tasima araclarini kesinlikle deneyin, o kadar keyifli ki, o yakici sicaklikta pufur pufur sicak ruzgarlar yuzunuze carparken degisik bir haz alacaksiniz. Tuktuk ayni zamanda trafik canavarindan bir nebze kurtulmanizi saglayacaktir.. Bu arada Tuktuk soforlerinin bir ozelligini soylemekte fayda var.Taylan degerli taslar cenneti oldugu icin, burada turistlerin mucevher almasini tesvik icin tuktuk ve taksi soforlerine komisyon veriliyor ozellikle devlet satis merkezlerinden, ..bu durumda soforler size yalvariyorlar , ne olur sadece bir bakin diye..siz de kirmayip gereksiz vakit gecirmeyin benim yaptigim gibi. Aldiklari komisyon ne derseniz? sadece birkac litre bedava benzin ama bu da onlar icin hic yoktan bir kar sayildigi icin soforlerden bu konuda cekeceginiz var soyleyeyim…..

Tayland tapinaklari kuzey pasifik ulkelerinin tapinaklarina gore farkli ozellikler tasimaktadir. Biraz daha estetiklige ve ihtisama onem verilir.

Tayland`in en ilginc meyvesi DURIAN`dir. Durian o kadar ilginc bir meyvedir ki, ya seversiniz ya nefret edersiniz, ortasi yoktur, degisik bir kokusu ve mayhos bir tadi vardir, kokusu agir oldugu icin ucaklara alinmasi da yasaktir. Ama durian icin Taylandlilar KING OF FRUITS yani meyvelerin krali adini vermislerdir.


Tayland`da hergun Thai Boksu ile alakali maclari televizyonlardan izleyebilirsiniz. Bir Taylandli icin milli spor olan Thai Boksuna ilgi oldukca fazladir.

Bangkok`ta alisveris diger ulkelere nazaran epey ucuzdur ve buyuk alisveris merkezlerinde aradiginiz herseyi uygun fiyata bulabilirsiniz, ama benim tavsiyem kucuk dukkanlarin oldugu sokaklara girip hem macera yasayin hem de daha ucuz fiyata aradiklarinizi alin. Benim en cok ilgimi ceken urunler el yapimi olanlar, bir de ne kadar ilginizi ceker bilemiyorum ama kurutulmus kelebekler, orumcekler ve diger ilginc hayvanlar benim ilgimi cok cekmisti.

Ulkemizden Tayland`a cok uygun fiyatlarla turlar yapilmakta, sahsen kendim boyle bir turla gitmedim ama birkac seyahat donusumde boyle bir grupla havaalaninda karsilastim, neredeyse hepsinin kafasinda Thailand sapkalari, t-shirt`leri ve bavullarinin dolulugu cok ilginc gelmisti, demek ki grupla gidenler daha iyi alisveris yapabiliyorlarmis dedim kendi kendime:)) Eger siz de Tayland`a gitmeyi dusunuyorsaniz boyle bir turu inceleyebilirsiniz.

Unutmadan Tayland senenin buyuk kismi sicak gecen bir ulkedir, terlemeye hazir olun:)

saygilarimla

Ali Baylar

27.01.2004