Can Acısı

 Nepal’de katıldığımız SAFARİ Turu sırasında, rahat dolaşmak amacıyla şort ve sandalet ayakkabı giymiştim. Hafif çiseleyen yağmur altında, sabahın ilk ışıklarıyla başladığımız orman keşif yürüyüşü sırasında, ayak parmağımın arasında iğne batmışçasına bir sancı hissetmiştim. Bir müddet bu şekilde yürümeye çalıştım ama durum gittikçe kötüleşmeye başlayınca, grup liderine olayı anlattım, galiba ayağıma birşey batmıştı.
Ayak parmağımı şöyle biraz aralayınca arada simsiyah bir sülüğün arada yerleşip, kanımı emdiğini görünce, hem biraz şaşırmış , açıkcası biraz da ürkmüştüm.. Sülük kanı seven bir hayvan..bunu biliyorum zaten ama kanı emilen ben olunca olay biraz farklı tabii ki….
Grup lideri sülüğü tutup etimden kopartmaya çalışırken dudaklarını, hayvan lastik gibi uzamıştı. ilginç bir sahneydi, neyse olayı çözüp yolumuza devam etmiştik.

2.11.2002

Singapur’da Sakız Sorunu

Singapur’a ilk gittiğimde canım ciklet çiğnemek istediğinde, doğal olarak markete gidip, kasa önünde olmasını umduğum ciklet paketlerini ararken, maalesef hayal kırıklığı ile karşılaştım. Ciklet yoktu..Sağa baktım, sola baktım…Başka marketlere de baktım…yok…yok….
Daha sonra öğrendim ki, Singapur’da ciklet satışı yasakmış. Ülke içinde temizliği bozduğu düşünülerek yasaklanan sakızı maalesef çiğneme şansım olmadı….
Döner dönmez ilk işim markete gidip birkaç paket sakız almak olmuştu.

2.11.2002

Kemer

Antalya’ya uçakla gidiyorsanız, taksi fiyatlarının yüksek olduğunu bilerek gitmenizde fayda var.

Turistik bir yer olduğu için, fiyatlar Euro üzerinden fikslenmiş durumda. Mesela Antalya-Kemer arası 40 kilometrelik bir uzaklık ve taksi fiyatı 50 Euro.

Kaldığım otel ile en yakındaki kasaba arası sadece 3 km olmasına rağmen taksi fiyatları İstanbul’dan daha pahalıya geldi.

Anadoluda fiyatlar İstanbul’dan ucuzdur deyip, nakit paranız olmadan çıkmayın yola derim.

Antalya- Kemer arasında yol çalışmaları yüzünden öğle saatlerinde bazen yollar trafiğe kapatılarak, yol çalışması yapılıyor, programınızı yaparken bu noktaya dikkat etmenizi tavsiye ediyorum.

22.07.2004

Konya Karapınar Meke Gölü

Konya’nın Karapınar ilçesi yakınlarında, yeryüzünde eşini bırakın, benzerini bile bulamayacağınız bir jeoloji harikası yer alıyor… Bir fötr şapkayı andıran Meke Gölü, aslında iç içe oluşmuş iki volkan krateri. Değeri asla parayla ölçülemeyecek olan Meke Gölü, turistik açıdan da büyük öneme sahip…

Meke Krater Gölü kendisini ziyarete gelen yerli ve yabancı turistleri kendine hayran bırakan vahşi doğasıyla Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırında yapayalnız bir dev…

Kendi ile baş başa kalmak isteyenler için Karapınar’a Tanrı’nın bir lütfü Meke. Yıllardır kara talihini aklamak için uğraş veren Karapınar’a verilmiş en güzel hediye olsa gerek.

Yürüyüş sporları,Camping ve fotoğraf sanatı tutkunları için eşsiz bir değer.Biz Karapınarlı iki genç olarak Meke Krater Gölü’nün tüm Türkiye ve Dünya çapında tanıtılmasını umut ediyoruz.Buraya gelecek insanlara her zaman ne şekilde olursa olsun yardıma açık olduğumuzu belirtir,şahsınıza şükranlarımızı sunarız.

Celal CEYHAN-Muhammet METE
KONYA/KARAPINAR

Bir tabiat harikası: MEKE GÖLÜ VE KRATERİ

Meke’nin flamingoları

100’e yakın kuş türünün bulunduğu Meke Gölü’ne son yıllarda flamingolar da gelmeye başladı. Flamingoların gelmesiyle göl, yerli ve yabancı ziyaretçilerin akınına uğradı.

Bugüne kadar tanıtımı yapılamayan Konya Adana yolu üzerindeki Meke Gölü, dünyada eşi benzeri olmayan olağanüstü bir doğa harikası. Gölün tam ortasında bulunan Meke Krateri ile ilginç bir görüntü sergiliyor. Gölün kenarındaki sazlıkların arasındaki flamingolar ise ayrı bir güzellik oluşturuyor.
Bugüne kadar 100’e yakın kuş türünün bulunduğu Meke Gölü’ne son yıllarda flamingolar da gelmeye başladı. Ağustos ayında Meke’ye 100 civarında flamingo geldi. Flamingoların gelmesiyle göl, yerli ve yabancı ziyaretçilerin akınına uğradı. İnce, kırmızı, narin bacaklı flamingolar, kanatlarını açtıkları zaman beyaz üzerindeki turuncu ve siyah renkli tüyleriyle muhteşem bir görüntü oluşturuyorlar. Meke’nin yeşil renkli, tuzlu suyunun yüzeyinde süzülen flamingolar, gölün kıyısında küçük su böcekleri ile besleniyor ve bir tehlike hissettikleri zaman gölün ortalarına doğru dans eder gibi, sessiz bir şekilde süzülüyorlar.

Flamingolar ile birlikte, sadece Meke Gölü’nde yaşayan, adını da Meke’den alan Meke kuşları, flamingolar ile birlikte gölün yüzeyinde yaşıyor.
Meke Krateri, 25 metre derinlikte gölün yüzeyinde bir koni gibi yükseliyor. Meke’nin üzeri kızıl kahverengi, mor, kırmızı ve siyah renkli volkanik taş parçaları ile kaplı. Bu renkler Meke’nin bir volkanik dağ olduğunu hemen belli ediyor. Volkanik taşlardan oluşan krater, şiddetli yağmur sularını emecek güce sahip. Meke Gölü içinde büyük kraterin dışında küçük adacıklar da bulunuyor. Yüz yıllardır hiç bozulmadan kalmış olan göl üzerindeki kraterde, daha birçok kuş yaşıyor. Angıt, Suna, Uzun bacak, Su Çulluğu, İbibik, Kaya Kartalı Mısır Akbabalarının yanı sıra krater yamaçlarında yuva yapan Kerkenez, Kızıl Şahin, Kınalı Keklik, Yeşil Karga, Kaya Güvercini Kılkuyruklu Şakrak Kuşu dünyada ender görülen kuşlardan. Göç zamanları Flamingolar ile birlikte Orta Afrika’dan gelen Karakulak, Kuyrukkakan nadir rastlanan ötücü kuş türlerinden

Türkiye’nin önemli kuş alanlarından biri olan Meke Gölü ve çevresi Karapınar ilçesinde bulunan askeri birlikler tarafından ağaçlandırılarak gölün etrafında bir yeşil kuşak oluşturuyorlar. Yıllar sonra ağaçların da büyümesiyle bölge ilginç kuş cennetlerinden biri olabilir.

Meke Gölü Konya’ya 100, Karapınar ilçesine ise 8 km mesafede. Karapınar ilçesinde konaklamaya müsait tesislerin olmaması nedeniyle Konya’dan günübirlik turlar düzenleniyor. Meke Gölü civarında sadece bu bölgeye özel ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan obruklar bulunuyor. Çapları 100 ila 200 metreyi bulan bu çukurlar, görülmeye değer tabiat harikaları.

KAYNAKLAR:
Hürriyetim.com
Mehmetelmas.com

12.06.2004

Peygamberler Şehri

Sanliurfa, her kosesiyle tarih kokar. Modern Turkiye`nin Klasik görünümlü şehridir Şanliurfa. Biraz Anadolu kokar, biraz Arabistan, biraz mistik, biraz hareketli…..
Turkiye’de Çok şehir görmüşümdür, fakat Şanliurfa denince içimi nedense bir sicaklık kaplar. Belki manevi havasindan olsa gerek bu şehire her gittiğimde nedense sanki kendi memleketime gitmişcesine bir sevinç kaplar içimi.
İlk 1982 yılında henüz daha ortaokula başladığımda gitmiştim Urfa’ya (O dönemde henüz ŞANLI değildi:))) Ablamların tayini buraya çikmis ve ben de esyalarla beraber kamyona bindirilmiş ve yollanmıştım bir güzel Urfa şehrimize.
Birçok kereler bu güzel şehrimize gitmek nasip oldu ve her seferinde değişik güzelliklerini tanıma imkanım oldu.
Şanlıurfa denince akla ilk gelen HALİL İBRAHİM Mağarası ve BALIKLI GÖL’dür. Halil İbrahim magarası, hikayesiyle ünlüdür. Nemrut, rüyasında gördüğü ve kahinlerin “bu yıl doğacak bir erkek çocuk seni öldürecek” kehanetiyle tüm doğan erkek çocukları öldürtmeye başlar. Hazreti İbrahim dünyaya gelince annesi onu Halil İbrahim Mağarasına saklar. Burada geyik sütüyle beslenen Hz. İbrahim daha sonra saraya alınır. Nemrut nedense öldürmez onu. Hatta yanında görevlendirir. Sevdiği kişilerden biri olan Hz. İbrahim Peygamberliğini ilan edince çıldıran Nemrud, onu öldürmekten başka bir çare bulamaz ve kaleye iki adet mancinik yaptırır. Kalenin alt bölümüne odunlar koyulur ve yakılır, Hz. İbrahim, mancinıkların arasından yay yardımı ile firlatılır ateşe, fakat İLAHİ hikmet sayesinde , bir mucize gercekleşir ve ateş suya, odunlar balığa dönüşür ve Hz. İbrahim’e hiç birsey olmaz. Daha sonra Nemrut’u öldüren Hz. İbrahim kehanetin de gerçekleşmesini sağlar.
Balıklı Göl, gerçekten ilginç bir yerdir, buradaki balıkların gövdelerinde lekeler vardır. Bu lekeler sanki yarı yanmıs bir odun parcası gibi
şekildedir. Balıklı Göl şuanda buraya gelen ziyaretçiler için bir dinlenme yeri haline gelmiştir. Yanıbaşındaki
kafeteryalarda dinlenip, kahvenizi yudumlayabilirsiniz.
Şanlıurfa`da minibus duraklarında ilginç bir olay gelmişti başıma, anlatmadan geçemeyeceğim… Minibüste çalışan muavin “YUBI, YUBI, YUBI” diye bağırıyordu. Acaba YUBI ne ola ki? diye kendi kendime sorarken, minibüsün önündeki tabela yardımıma yetişti. EYUBIYE yazıyordu:)) YUBI=EYUBIYE…
Eyubiye semti de ilginç bir semt çünkü Hazreti EYÜP Peygamber buradaki mağarada hastalığını geçirmistir. Vücudu tamamen yarayla kaplanan Hz. Eyüp sabrı ile , YARADANA hiç şikayet etmeden senelerce burada yasamış ve en sonunda imtihanını geçmiş ve tüm yaraları şifa bulmuştur. Halk tarafindan şifalı olduğuna inanılan bu mağaraya hastalar getirilmektedir.
Şanlıurfa’da KAPALI ÇARŞI kesinlikle kaçırılmaması gereken bir noktadır. Ben bu çarsıyı şans eseri görmüştüm, içeri girdiğimde kendimi ARAP filmlerindeki şehirlerde sandım. Fotoğraf makinenizi doldurun ve dalın içeriye. Epey karmaşık olmakla beraber bu çarsi cok hoş ve ilginç. Tütün sarma konusuna ilginiz varsa buradan KAÇAK TÜTÜN almayı unutmayın.
Eskiden ithalatın kolay olmadığı dönemlerde KAÇAK Malların sınırdan getirildiği yer olan KAPAKLI PASAJI gerçi şu günlerde eski önemini kaybetsede bir bakmakta 1982 yılında bu çarşı o kadar kalabalıktı ki anlatamam… Benim de hayatımdaki, ilk aldığım fotoğraf makinesi bu pasajdan olduğu için KAPAKLI PASAJI’nı unutmam mümkün değil.
Adını hatırlayamadığım bir otelde kalmıştım bir seyahatim sırasında. Kapaklı Pasajına gelmeden. Ortasında avlusu olan, akşam avluda bir kahve içtim. Seneler geçti halan o kahvede aklımda o avluda. Adını hatırlarsam burada kesinlikle yazacağım. Eski ve nostaljik bir havası olan bu otel bence 5 yıldızlı otellerden farklı bir havası yüzünden seçilebilir.
Şanlıurfa son yıllarda mükemmel bir kalkınmaya başladı, Şehrin ortasından geçen kanalizasyon deresi islah edilmişti son gittiğimde. Yollar güzelleşmiş, otoparklar yapılmış, şehir daha bir hoş havaya bürünmüştü. Belediye Başkanı`nı kutlamayı bir borç biliyorum.
Şanlıurfa’nın Temmuz ve Ağustos ayları tam bir cehennem sıcağıdır. Hatırlarım…bir ramazan ayında buradaydım..saat 3 gibi dilim kurumuş bir şekilde surahiyi hayal ediyordum karşımda…Zaten saat 1-4 arası sokağa çıkmak fazla tavsiye edilmez ve genelde esnafta bu saatlerde oturmakla geçirir vakti.
Urfa Kalesi 4000 senelik tarihi ile oldukça eski bir tarihi eserdir. Kalenin arka tarafına dikkat edilirse mağara evler görülür. Ünlü sanatcımız İbrahim Tatl
ıses’te bu tip bir evde doğduğundan bahsetmisti, halen yaşayanlar var. İbrahim Tatlıses dedim, bu şehirde İbrahim Tatlıses denilince bir farklı sevilir. Hatırlıyorum bir seyahatimde kaseti yeni çıkmıştı.. Tüm sokaklarda, dükkanlarda İbrahim Tatlıses çalıyordu. Bu sevginin nedeni nedir dediğimde aldığım cevap ilginçti. İbo Urfa`ya çok hizmet etti, çok fakirlere yardım etti denildi. Demek ki sevgi körü körüne değildi. Kutlarım.. Kısa bir not daha söylemeden geçemeyeceğim. Japonya`da bir Iran`lı işçi ile tanışmıştım. Türk olduğumu söyleyince İbrahim Tatlı ses demişti direk…Adam taa Japonya`da bile ünlü. Yiğidi öldür hakkını yeme.
Şanlıurfa, birçok yönden ilginizi çekecek bir şehir. Gidin ve yazdıklarıma hak verin:))
Saygılarımla,

30.07.2002

Sümela Manastırı – Maçka

1989 senesinde liseyi bitirdiğim dönemde, otobüse atlamış ve Karadeniz sahilinden devam ederek Trabzon’a gelmiştim. Trabzon’da geceyi geçirdikten sonra minibuse atlayıp çok merak ettiğim Sumela Manastırı’na doğru yola çıktım.
Sumela Manastırı, Trabzon’un Maçka ilcesi sınırları içerisinde kalmakta. Maçka ilçe merkezine 12 kilometre uzaklıkta ve dolmuşlar her zaman manastıra kadar rahatça götürüyor.
Manastıra giden yol zaten insanı cennetteymiş gibi bir hisle kaplıyor, heryer yemyeşil, dağ manzaraları harika, yaylalar ve yüksek tepelerdeki yayla evleri insanı şaşırtıyor. Alp dağlarını andıran mükemmel karlı dağların fotoğrafını çekmemek büyük hata olur.. Yanınıza fotoğraf makinenizi almadan asla seyahate çıkmayın derim.
Sumela Manastırı, epey yüksek bir noktada. Minibüsler sizi dere kenarında bırakıyor. Dere kenarı diyorum ama bu dereye dikkat etmenizi tavsiye ediyorum. Ben hiç çekinmeden kana kana su içtim bu dereden, çünkü taa dağlardan gelen tertemiz bir su bu. Serinlemek için çok uygun bir yer.
Neyse şimdi sırada manastıra tırmanma zamanı geliyor, ilginç bir patika sizi bekliyor.. bu patika zikzaklar çizerek sizi bir saat gibi bir sürede tepeye çıkartıyor. Manastıra çıktığınızda eminim benim gibi nefes nefese kalmış olacaksınız. Önemli değil bu yorgunluk çünkü bütün yorgunluğunuza değecek bir yere varacaksınız sonuçta..
Öncelikle manastıra girmeden önce arkanızı bir dönüp karsı dağlara bakmanızı tavsiye ediyorum. O manzara zaten özgürlük duygunuzu percinleyecek. Yükseklerden o manzara bir başka güzel oluyor çünkü. Ben daha manastırın resimlerini çekmeden yarım rulo filmimi o dağ manzaralarında bitirmiştim bile…
Gelelim Manastıra artık..Sumela Manastırı, I.S.3’cü yüzyılda inşa edilmiş bir manastırdır. Burada görevli rahipler aşağıya fazla inmez ve vakitlerini dua ederek geçirmekteydiler. Erzak ve gıda ihtiyacları buradan aşağıya sarkıttıkları asansör sistemi mekanizma ile dere kenarından verilmekteydi.
Gecen yüzyılda burada yaşayan Ermeni rahipler tarafından manastır olarak kullanılmaya devam edilmistir. Son yüzyıldaki Ermeni olayları sırasında burada da silah saklanıldığı ortaya çıkınca manastır kapatılmış ve bir dönem sessizliğe burunmüştür. O dönemde içerideki mükemmel resimler yıpranmış, burayı geçici ikamet yeri olarak kullanan çobanlar tarafından tahrip edilen kilisenin büyük bölümü daha sonra müze olarak açılınca restore edilerek eski orjinal haline getirilmeye çalışılmıştır.
Bugünlerde restorasyonda son noktalara gelinmiş ve turistik anlamda ülkemizin candamarlarından biri olan Sumela Manastırı turistlerin hizmetine sunulmustur.
1989 yılında manastır civarında kalacak otel, motel hiç yokken, 1998 yılında gittiğimde birçok motel ve pansiyonun açılmış olması çok hoşuma gitmişti.. Oteller genelde temiz ve kahvaltı dahil. Sabah tertemiz havada yapılan kahvaltının tadına doyum olmuyor. Trabzon ekmeği istemeyi unutmayın.
Son dönemlerde yabancı turistlerin de dikkatini çeken bu turistik bölgemizi kaçırmayacağınızı ümit ediyorum.
Saygılarımla,

30.07.2002

Harput

HARPUT adıyla anılan yerleşim merkezimiz, Elazığ ilinin 5 kilometre kuzeyinde yeralmaktadır. Elazığ kenti kurulmadan önce halk bu bölümde yaşamaktaydı. Harput’un tarihi Urartu’lara kadar gitmektedir.
Osmanlılar doneminde Harput sancağı olarak geçen Harput ilimiz, stratejik açıdan çok önemli bir merkez olması asabiyle yabancı devletlerin de ilgi merkezi arasında yeralmıştır. Çoğumuzun inanamayacağı bazı ilginç noktalar vardır Harput ile alakalı. Mesela Harput’ta 100 sene önce bir Amerikan Koleji’nin olduğunu biliyormuydunuz? Ayrıca konsolosluk bazında Amerikan, İngiliz temsilcilikleri de faaliyet göstermekteydi.
Harput’a olan bu yabancı ilginin asıl amacı burada yaşayan Ermeni vatandaşlarımızı kullanmak ve Osmanlı`nın bölünmesini kolaylaştırmaktı. Nitekim 1915 yılında yapılan arama sonuçunda Amerikan Koleji’nde bulunan silahların Ermeni ayaklanmacılara destek olunduğunun kanıtı olmuş ve okul kapatılmıştır.
Harput’la birlikte asırlarca kardeşlik içinde yaşayan Türkler ve Ermeniler son yuzyildaki olaylar yüzünden ayrılmak zorunda kalmışlardır, fakat belgelere baktığımız zaman Ermeni olaylarının en az görüldüğü merkezlerden birisi Harput olmustur. Harput`ta olayların az olma nedeni genelde halkın birbirini çok iyi tanıyor olmasından dolayıdır. Komşuluk mefhumunun çok gelişmiş olduğu ve Harputlu olma ayrıcalıktır sayıldığı için o dönemde farkli kültürler kaynaşma konusunda hemfikir oldukları için Harput kültür
ü bölgedeki diğer
şehirlerden farklı bir boyutta gelişmiş ve kardeşlik bağları daha derin olmuştu.
Harput, kültürel anlamda da epey ileri durumdaydi. Mesela fotoğraf makinesi ilk olarak dünyada çıktıktan daha 12 sene sonra Harput’un fotoğrafları çekilmiştir. Belki de bir çok batı kentimiz henüz fotoğraf makinesi ile tanışmamıştı o dönemlerde.
Harput`un diğer bir ilgi çeken özelliği müzik konusundaki farklılığıdır.
Doğu Anadolu bölgemizdeki bütün kentlerde halk müziği kullanılırken , Harput’ta divan müziği kullanılıyor ve enstrumanlar olarak doğuda hemen hiç kullanılmayan tambur, ud gibi müzik aletleri kullan
ılıyordu.
Çoğu kimsenin Muş türküsü olarak bildiği “Burası Muş`tur, Yolu yokuştur , giden gelmiyor, acep ne iştir” türküsünün aslında bir Elaziğ türküsü olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Aslında türküde geçen asıl yer HUS kalesidir. Burası Yemen’deki bir kale olup orada çok şehit verilmiştir. Ve Harput’tan da bu kaleyi korumak için gönderilen askerlerimiz için yazılmış bir türküdür. Türkünün diğer mısrasındaki “Ano Yemen`dir, gülü çemendir , giden gelmiyor , acep ne istir” bölümü de parçadaki adı geçen yerin HUS kalesi olduğunun kanıtıdır.
Harput kentimiz Ermeni olayları sonucunda komple yıkılmış ve halk Elaziğ`a yerleştirilmistir. Elazığ kentinin kurulması ise başka bir noktadır. Harput nüfusu çoğalınca ve Harput’un bulunduğu tepede yer kalmadığı için Abdulaziz Han tarafından çıkar
ılan karar ile MAMURATUL-AZIZ kentinin kurulmasına karar verilmiştir. Daha sonra kentin ismi ELAZIZ olarak değiştirilmiş ve Mustafa Kemal ATATÜRK, Elazığ’a yaptığı seyahat sırasında buranın bir AZIK kenti oldugunu soyleyerek adinin EL-AZIK olarak değişmesini istemiştir. Kentimizin ismi bu tarihten sonra ELAZIĞ olarak kalmıştır.
Bugün Harput kenti artık kent olmaktan cok yıkık bir köy havasındadır. İnsanın bu eski SANCAK kentimizin nasıl bu hale geldiğine inanabilmesi o kadar zor olsa da biraz tarih sayfalarını karıştırınca nasıl bir kültür birikiminin yok edildiği aşikardır. Eski Harput fotoğraflarına bakınca ne denilmek istendiği daha iyi anlaşılacaktır.
Şu anda Harput’a yolunuz düşerse sizi EVLİYA’lar karşılayacaktır, her köşesinde sehitler ve evliyalar dolu olan bu kahramanlar diyarına kesinlikle yolunuz düşerse ziyaret edin. Ama lütfen basit bir gezi olmasın çünkü Harput gerçekten içerisinde bir hazine taşıyan boş bir küp gibidir. İnceledikçe bunu daha iyi anlayacağınızdan eminim.
Saygılarımla,

30.07.2002

Bursa İzlenimleri

Bursa gerçekten İstanbul’da yaşamaya alışmış ve İstanbul’u zorunluluklardan dolayı terketmek zorunda olanlar için çok güzel, alternatif bir şehir. Kendinizi aslında İstanbul’un görmediğiniz semtlerinden birinde gibi hissediyorsunuz. Hani bazen Anadolu’ya gideriz de birkaç gün sonra bu vazgeçilmez şehrin trafiğini bile özleriz ya Bursa’da bu duyguyu pek yaşamıyorsunuz. Hareketlilik bu şehirde her yerde göze çarpıyor…
Biz gittiğimizde ilk gün şehrin merkezinde bulunan Ulu Camii’yi gezdik, insan kendini böylesi heybetli camilerde çok tuhaf ve sorulayıcı hissediyor. Daha sonra oraya kadar gitmişken ve Ulu Cami’ye yürüyerek 15 dakika mesafede bulunan Emir Sultan Hazretlerinin türbesine ve oradan da Yıldırım Beyazid’in oğlu Mehmet Çelebi’nin kabrini ziyaret ettik.. Ziyaretlerde hem dua etme fırsatı hem de yürüme yollarımızda Bursa’nın yokuşlarda kalmış yüzyıllık mahallelerini görme fırsatı bulduk.. Hatta bir mahalle belkide 150 merdivenlik bir sokakta kurulmuştu ve merdivenleri çıkan amca tam 70 yıldır bu merdivenleri inip çıkarım deyince genç kalmasının sırrını anlamış olduk..
Yine Ulu Camii’nin tam arkasına düşen bizim kapalı çarşımızı andıran Kapalı Çarşıları var. Alışverişi sevenler için harika bir yer.
Tabi Bursa deyince Kestane Şekerinden bahsetmeden geçemiyeceğim. Ulu camii’nin karşı sırasında Kafkas Şekercisini bulabilirsiniz.. Tüm Bursa’lılar Kafkası önerdi bence başka yerden almayın derim çünkü harika çeşitleri ve lezzetleri var!!!
Bursa’ya kadar gelmişken Uludağı görmeden gitmek olmaz diyorsanız Uludağ’a dolmuşlarına binmeniz yeterli. Yapmanız gereken bir taksiye binip Uludağ dolmuş durağına gitmek istediğinizi söylemek..Merak etmeyin Bursa o kadar da büyük değil nereden binerseniz binin 2,5 milyondan fazla vermiyorsunuz. Dolmuşla 45 dakika kadar sürüyor, teleferikle ise 15 dakkaymış.. Ama benim gibi yükseklik korkunuz varsa dolmuş en iyisi.. Dağ ise kaymayı bilenler ve çocuklar içi çok eğlenceli.. Heleki hava güneşli ise! hiç birşey yapamazsanız oturur manzara seyredersiniz. Ama şunu belirtmeden geçemiyeceğim, cebinizdeki para kısıtlıysa Uludağ’a gitmeyin derim.. Bir Nescafe’nin üçbuçuk milyon olduğunu söylemem yeterli olacaktır sanırım..
Bir de Bursa’nın sosyetik ve şifalı sularıyla ünlü semti Çekirge var.. Buradaki otellerde hem biraz daha ucuza kalabilir hem de şifalı sularından faydalanabilirsiniz..
İşte benim gördüğüm Bursa böyle.. Herkese tavsiye ederim gidin görün, emin olun hiç sıkılmayacaksınız…

30.07.2002

Cennet Misali Zigana!

 Trabzon’a ilk gidişim bundan altı yıl evveldi fakat o kadar güzel bir tabiatı vardı ki 3 yıl aradan sonra tekrar gitmeden edemedik.
Her iki gidişimizde de şehirde kalmak yerine Zigana tatil köyü denilen şehirden 2-3 km yukarıda bulunan dağların üstüne kurulu bir beldede kalmayı yeğledik. Burası ciğerlerinize temiz havayı sonuna kadar çekebileceğiniz, yeşilin her tonunu sınırsızca görebileceğiniz, tabiatın mükemmelliğini yeniden keşfedebileceğiniz harika bir yer..
Buranın işletmecileri doğayla bir bütün oluşturmaya özen göstermişler. Kalacağınız yerler acaip şirin olan Bungalov tipi tahta evler. Evlerin içi oldukça rahat, Hele balkonlarında oturup kuş seslerini dinlemek harika bir şey..Birde sabahın ilk ışıklarıyla kalkıp üzerinize çöken sisin yavaş yavaş dağılışını seyretmek ve hülyalara dalmak..Akşam orada yetiştirilen alabalıklardan yapılmış harika bir ziyafet yemek…Ben hepsini denedim ve Karadenize gitmek isteyen tüm arkadaşlara tavsiye ederim..
Sakın Zigana’ya uğramadan Trabzon gezintinizi bitirmeyin……..

30.07.2002

Şatolar Yoluyla Normandiya – Fransa

Hülya ile Gül aşkın kenti Paris’ten yola çıktılar. Şatolar bölgesinde Ortaça’dan günler çalıp, krallarla arkadaşlık kurdular. Normandiya’nın upuzun kumsallarında gün batımında med-cezir rüyası, Mont St. Michel’in mucizesi, martıların şarkıları, yemyeşil nehir kıyıları ve çiçeklerle bezeli şirin kasabalar onlara yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Şimdi sıra sizde!

—————————————–

Işıltılı bir Paris gecesinde, Seine kıyısından başlıyoruz rüya gibi bir yolculuğa. Louvre’un önündeki cam piramit ay ışığıyla oynaşıyor. Louvre’un arka bahçesine kocaman bir lunapark kurulmuş. Atlıkarıncalarda çocuklar neşeyle dönüyor. Dev dönmedolap herkesi Paris göklerine çıkarıyor. Saint Michel yolundaki, trafiğe kapalı ahşap köprünün üstünde gençler gece pikniği yapıyorlar. Kareli battaniyeler, havlular serilmiş, şaraplar açılmış, peynir tabakları, salkım üzümler, kahkalar, öpüşler, şarkılar… İnsan hemen aralarına karışmak, romantik bir Fransız filminin aşık kadını olmak istiyor. Eiffel Kulesi her saat başı elmas şıkırtılarıyla göz kamaştırıyor. Eiffel’in etrafındaki parklar, meydanlar, havuzbaşlarında adeta büyük yaz şenliği yaşanıyor. Sokak müzisyenleri neşeli şarkılar söylüyor, renkli etekleriyle dönerek dans eden Mısırlı dans dansçılar rüyamıza egzotik renkler katıyor, Paris’te son yaz günleri sanki büyük bir karnavalla kutlanıyor. Ama bizim yolumuz uzun. Sıcak bir Paris sabahını arkamızda bırakıp, Şatolar bölgesine doğru masalsı bir yolculuğa çıkıyoruz…

İlk gün Loire Nehri boyunca yol alıyoruz. Yüksek çatılı köy evleri çıkıyor karşımıza, salkım söğüt ağaçlar sulara eğilmiş. Çiçekler içinde kasaba yollarından geçiyoruz, köprüler, su kuşları, kilise çanları, kuzucuklar, gül bahçeleri, sarıdan kırmızıya dönen yapraklar, muhteşem güzellikteki köy evleri, tepelere kurulmuş kocaman şatolar ve yüksek kuleler… Muhteşem manzaralar bizi ortaçağdan kalma bir masalın içine doğru sükunetle çekiyor. Rehberimiz Suzi ise bize geçtiğimiz yollar, bölge halkı, tarihi, gideceğimiz yerlerin zenginlikleri ile bilgilendiriyor. Suzi gerçekten de gördüğüm en mükemmel rehber. Hem çok bilgili ve entelektüel, hem de tüm bunları bize öylesine güzel hikayelendirerek anlatıyor ki, hepimiz çok keyif alıyoruz onu dinlemekten..

Şatolarda Ortaçağ masalları

Chambord Şatosu’nun kapısında, beyaz atlı Prens. Kırmızı pelerinini savurarak, vakur bir reveransla selamlıyor bizi ve görkemli ağaçların arasında atıyla dörtnala kayboluyor. Gerçek bir şatonun kapısından giriyoruz. Leonardo da Vinci’nin tasarımı sarmal merdivenlerden çıkarken, gizemli bir oyunun içinde kaybolacağıma inanıyorum. Kocaman salonlardan geçip mahrem yatak odalarına giriyoruz. Kasvetli elçi kabul odaları, büyük şömineli karar odalarına açılıyor. 16. yy’da 1.Françoise’nın yaptırdığı bu şato, Erken Rönesans döneminin en muhteşem örneklerinin başında geliyor. Süslü tavanlar, gotik kuleler, İon sütunlar, bulmaca gibi merdivenler, kapıları süsleyen 1. Françoise’nın amblemi alev püskürten semander kabartmaları çok boyutlu bir ortaçağ masalı yaşatıyor konuklarına. Beyaz atlı prense, şatonun kulesinden el sallıyoruz ve bir masaldan çıkmadan, bir başka şatonun muhteşem bahçesinde, tutkulu bir aşk hikayesine konuk oluyoruz. “Hanımlar Şatosu” olarak bilinen Chenonceaux Şatosu’nun, çiçeklerle bezeli Rönesans bahçesinde yürürken, karşınızdaki manzaranın kesinlikle bir masal kitabından fırlamış olduğuna inanıyorsunuz. Küçük balkonları, oval pencereleri, zincirli köprüsü, gümüş rengi kuleleri ile burada ancak bir masal prensesi yaşamıştır ya da Peri Padişahının güzel kızı. Şatonun altından, Loire Nehri’nin bir kolu geçiyor. Yani odaların, mutfakların, şıkırtılı avizelerle süslü görkemli salonların altından yüzlerce yıldır sular akıyor. Duvar süslemeleri, renkli kadifelerle süslü yatak odaları, armalı deri koltukları bir kadını mutlu edecek her ayrıntı, tutkulu bir aşkın izlerini taşıyor. 16 yy’da, 2. Henry büyük aşkı, güzel metresi Diane de Poitiers için yaptırmış bu şatoyu. Av Tanrıçası Diane’ye gönderme yapan tablolarda, aşık bir kadının tüm güzelliği, yüzlerce yıldır tüm ihtişamıyla hala parıldıyor. O tarihten sonra da bu şatoda hep Fransa Kralları’nın metresleri yaşamış. Zaten bu yüzden adı Hanımlar Şatosu ya.
Küçük bir köprüden geçip giriyoruz Amboise kasabasına. Şehrin adını taşıyan görkemli şato, tüm heybetiyle karşılıyor bizi ve kasabanın tenha sokakları 14 Lui döneminden bugüne uzanan bir tarihi geçit yaşıyoruz. Tepenin sonunda 14. Lui’nin yakın arkadaşı olan Leonardo da Vinci’nin sırlarla ve büyülü güzelliklerle dolu şatosu çıkıyor karşımıza. Devasa ağaçlarla dolu yemyeşil bahçede Vinci’nin tasarımlarından parçalar, insanın zihninde yepyeni kapılar açıyor. Bir kadın sesi, lirik bir arya söylüyor, kemanlar sanki geçmişten bugüne çalıyor. Vinci’nin el yazmaları, yaptığı icatların maketleri ve hayatının gizli ayrıntılarıyla dolu bu şatoda öyle yüksek bir enerji var ki, insan kesinlikle Vinci’yi ağaçlar arasında gördüğüne ya da bir anda pencereden baktığına yemin edebilir.

Bir kadeh şampanya!

Tours, tipik Fransız şehirleri gibi, tüm meydanları, pencereleri, sokak lambaları, kapı önleri ile çiçeklerle bezenmiş. Şehrin kalbi, eski kentin meydanında atıyor. Ahşap ve taşın birleşiminden yapılan muhteşem binalar, 16 yy başlarından beri olduğu gibi korunuyor. Öyle güzel bir mimarisi var ki şehrin, insan hangi köşe başına, hangi binanın penceresine bakacağını şaşırıyor. Oturuyoruz meydandaki küçük lokantalardan birine, geçmişle bugünün birbiri içindeki geçişlerini şaşkınlıkla seyrediyoruz. 22 kişilik bu turumuzdakileri yakından tanıdıkça, resmen şaşkınlık geçiriyoruz. Mesela Ankara’dan katılan İnci’nin dünya üstünde gitmediği bir Vietnam civarları kalmış, bir de Portekiz. Fitnat Hanım’la Firdevs Hanım ta liseden arkadaşlar. İkisi de bugün 82 yaşında ve turun en genç, en zarif, en şık iki hanımı. Onlar da gizli gezginlerden. Mersin Potur Lisesi Coğrafya Öğretmeni Ferit Bey’in öğrencileri çok şanslı. Çünkü Ferit Bey ülkeleri gidip görüyor, kültürünü bütün ayrıntılarıyla öğretiyor öğrencilerine.
Sakin ve huzur içinde bir başka kasaba olan Saumur’un meydan kafelerinde bir öğle yemeği molası verip, ardından Grenelles şarap mahzenlerinin serin dehlizlerinde muhteşem bir tura daha çıkıyoruz. Karanlık koridorlar, dev boyutlarda ahşap fıçılar, sürekli çevrilen binlerce şişeler… Burada şampanya yapını tüm ayrıntılarıyla öğreniyor ve nefis şampanyaların tadımını yapıyoruz. Bu mahzenlerin sahibi bir kontmuş ve tıpkı filmlerdeki gibi bir şatoda yaşıyormuş. Yolumuz üstündeki Langeais adındaki köyde ise, surları, minik pencereleri, kalkınca kapı olan zincirli asma köprüsüyle tam bir ortaçağ şatosuna giriyoruz. Köy ise minicik meydanı, su kenarındaki verandalı evleri, nilüfer çiçekleri ile sanki bu dünyaya ait değil. İnsan hayatını burada huzur içinde geçirmek için içinden dua etmeye bile başlıyor.

Gün Batımında Med-Cezir

Fransa’nın kuzeyine doğru çıktıkça, doğa adeta çıldırıyor. Yeşilliklerden, yüksek çatılı şahane evlerin gül bahçelerinden, çiçek tarlalarından gözümü alamıyorum. Atlantik Okyanusu kıyısındaki St. Malo, inanın dünyanın en güzel köşelerinden biri. Cıvıl cıvıl, çok renkli, çok hareketli ve bir o kadar da gizemli dokusunu koruyor. Marinadaki tekneleri arkada bırakıp, kenti çevreleyen surların büyük kapısından şehre giriyoruz. Laternacı kadın neşeli bir şarkı söylüyor, gençler kocaman dondurmalardan yiyip ortalarda piyasa yapıyor, balık lokantaları yavaş yavaş akşam hazırlığını yapıyor. Ara sokaklarda taş basamaklar, minik kafeler, şık butikler, neşeli barlarla dolu. Her meydanda sokak müzisyenleri konserler veriyor. Otelimiz ise kırmızı çiçekleri, camekanlı kış bahçesi dekorasyonu ile çok sevimli ve çok tatlı bir rüya adeta. Gün batımına yakın, surların arkasında kalan plaja gidiyor, kendimizi Atlantik’in tuzlu sularına atıyoruz. Karşımızda küçük bir ada, martılar kumsalda bizimle birlikte dolaşıyor. O kadar mutluyuz ki Gül’le ikimiz, sonsuza kadar burada yaşayabiliriz. Kumdan rengarenk deniz kabukları topluyoruz saatlerce, deniz kuşlarıyla şakalarımıza resmen gülerek karşılık veriyor ve güneş tam karşımızda çingene pembesi rengine dönüşerek yavaş yavaş batmaya başlıyor. Mutluluktan ölmek dedikleri bu olsa gerek. Ve gerçek bir mucizeye öyle hazırlıksız yakalanıyoruz ki, şaşkınlıktan resmen dilimiz tutuluyor. Evet, bir yandan güneş pembe pembe batıyor, öbür taraftan sapsarı ay parlıyor. Kumsal uzadı, sular gözümüzün önünde çekilip çok ötelere gitti, denizin içindeki bütün duvarlar bir anda açığa çıktı. Karşıdaki adaya resmen denizin üstünden yürüyerek gidiyoruz. Med-Cezir mucizesi ile huşu içindeyiz! Sabah gün doğarken koşarak geliyoruz sahile, deniz bizden önce gelmiş. Kumların üstü martıların ayak izleriyle kaplı. Kumsalda uyuyan gençler yavaş yavaş uyanıyor. Kesinlikle hayatımızın sonuna kadar burada yaşayabiliriz.

Mont Saint Michel Mucisezi

Normandiya kıyısındaki Mont. Saint Michel’in fotoğrafını yıllar önce bir dergide gördüğüm an aşık olmuştum oraya. Bir zamanlar hacı olmaya gelen insanların inançlı coşkusu içindeyim adeta. Küçük orta çağ sokaklarından, tepedeki kiliseye doğru tırmanırken, kendimi “Gülün Adı” filminin içinde sanıyorum. Öylesine gizemli ve gerçeküstü ki, inanılır gibi değil. Daracık merdivenlerden geçip, susmaya yeminli rahiplerin minik bahçesine çıkıyoruz. Kemerler, dev sütunlar, pencerelerden sızan gün ışığında hayal gibi duygular uyandırıyor. Kralların yemek odasında uçan bir halı, duvarlarda geçmişten gölgeler… Suzy St. Michel’in mucisini anlatırken, kolumdaki bilezik tak diye açılıp yere düşüyor. Bunun bir işaret olduğunu biliyorum ve karanlık köşedeki Meryem heykelinin önünde, bir mucizenin gerçek olması için St. Michel’e dua ediyorum. Med-Cezir saatlerinde surların dışında dolaşmak yasak, çünkü deniz dadikada 62 metre hızla geliyormuş. Ve sular geldiğinde burası resmen bir adaya dönüşüyor. Sizce de bu bir mucize değil mi?
Manş denizi kıyısındaki Trouville ve Dauville, birbirine küçük bir köprüyle bağlanan şık ve klas birer tatil şehri. Dauville’in yüksek çatılı muhteşem villaları ve Haute Couture butiklerle dolu sokakları insanın aklını başından alacak kadar güzel. Paris’li ve Amerikalı zenginler yaz tatillerini burada geçiriyormuş. Trouville ise yüzlerce balık lokantası, sayısız barları ve kafeleri ile tam bir eğlence merkezi. Akşama doğru otelin penceresinden görünen plaja koşarak gidiyoruz. Ama o da ne, deniz yok! Gerçekten de deniz iki km ötede ve her yer kumsal olmuş. Dubalar açıkta, çok çocuklu aileler, ıslak kumlar üstünde güneşleniyor, yemek yiyor, eğleniyor. Dalgaların kıvrım yaptığı izlerin üstünde yürüdüğümüze inanamıyoruz. Gün batmasına yakın, deniz gelmeye başlıyor. Her dadika bize bir dalga boyu daha yaklaşıyor. Ve bir saat içinde, iki km’yi aşıp önümüze kadar geliyor. Denizin üstü batan güneşin ışığı ile kıpkırmızı. Biz çılgınlar gibi kendimizi dalgaların üstüne atıyor, bu mucizevi güzellikleri yaşadığımız için durmadan şükürler ediyoruz. Martılar denizin üstünde çığlık çığlığa, balık kapma telaşında. Az önce karaya oturmuş tekneler, suların yükselmesiyle teker teker balığa çıkıyor. Gece yarısına kadar serin Manş sularından bizi kimse çıkaramıyor. Gece ise Jumbo karidesler, midyeler ve istakozlarla kendimize nefis bir ziyafet çekiyoruz. Meydandaki kumarhaneye girdiğimizde rulet masasındakiler bize; “Siz hangi ülkenin prenseslerisiniz” diye soruyorlar. Buradaki erkekler ne kadar da centilmen!

Etratet’de kalp hırsızlığı

Normandiya’nın yemyeşil yollarında gitmek, lirik bir şarkıyı söylemek kadar güzel. Emprestyonist ressamların şehri olarak bilinen Honfleur’ün rengarenk yüksek evlerine ışık öyle güzel vuruyor ki, Manet’nin, Sisley’in tablolarını hatırlıyor insan. Kıyıdaki tekneler, şık kafeler, ahşap gotik kilisenin incelikli güzelliği, sürprizlerle dolu sokakları, her bir adımda yepyeni güzellikler sunuyor konuklarına. Atlantik kiyısındaki Etretat ise bir başka mucize adeta. Kocaman çakıllarla dolu sahili, dev uçurumları, içi boş sivri kayaları, çiçek bahçesi içindeki villaları ile gerçekten de insanın aklını başından alacak kadar etkileyici. Viktor Hugo şiirlerini burada yazması boşuna değil elbette. Arsen Lüpen’in evini gezmek ise, insanda kalp hırsızlığında uzman olmanın yollarını öğretiyor desem inanır mısınız? Normandiya’nın tarihi başkenti rouen’de yüzlerce çan kulesi geçmişten bugüne adeta birer hatıra saçıyor. Rouen evlerinin mimari güzelliklerinin ise yeryüzünde resmen birer örneği daha yok. Jean Dearc uzun yıllar bu şehirde hapsedilmiş. Yakıldığı yerde ise bir küçük anıt ve onun adına adanmış, modern mimarisiyle göz kamaştıran bir kilise var şimdi. Paris’e dönüş yolunda, ünlü Versailles Sarayı’nı geziyoruz. Muhteşem bahçeler, heykeller, tavan ve duvar süslemeleri, Marie Antoinette’in yatak odası, Mozart’ın konser verdiği salonları ile Versailles, 14. Lui’nin şaaşalı hayatını bugün bile yaşatıyor. Son günümüz ve gecemizde yine Paris’teyiz. Deliler gibi alışveriş, nehir kıyısında romantik yürüyüşler, St Germen kafelerinde soluklanmalar, Eiffel karşısında Paris’e methiyeler düzmeler. Normandiya ve Bretanya şehirleri kocaman bir kase dolusu dağ çileğiydi, Paris’te üstüne kreması oldu. Cafe Tur bize mucizelerle dolu bir rüya sundu. Sizce böylesine bir rüyayı yaşamak için derhal yollara düşmeye değmez mi?

21.06.2004